Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

29 MAYIS 2020

24 Mayıs 2020 Pazar 09:32
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde can almaya hızla devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Olabildiğince evlerimizden çıkmamaya gayret göstererek… Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında. Evde yeni bir hafta daha… Bu belirsiz süreçte, bizler evlerimizde otururken, hayatları pahasına, yüzünü bile görmedikleri insanlar için büyük fedakârlıklarla çalışan, ter döken sağlık görevlileri, kamu hizmetlileri, farklı sektörlerde üretmeye devam eden emekçilere, çarkları terleriyle döndürenlere ödenmesi mümkün olmayan bir gönül borcumuz var.  
Bu hafta, yani 29 Mayıs 2020’de vizyon yine filmsiz. Bildiğiniz üzere, sinemalar kapalı! Madem Mayıs ayındayız; siz değerli okuyucularla, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş Mayıs sayılarında yayınlanmış eski yazılarımı paylaşmak istedim. Bu hafta, 2013 yılının Mayıs ayını ziyaret ediyoruz. O yılın Mayıs’ında sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor… 
Sinema salonlarına bir an evvel dönmeyi ümit ederek, evde kalmaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese sağlıklı günler!

Sinemadan Çıkmış İnsan (Mayıs 2013)

32. FESTİVALİN ARDINDAN

İstanbul Film Festivali’nin otuz ikincisi ‘emek’ yoğundu! 

Geçti gitti işte, hayata verdiğimiz on altı günlük şahane ara! Yine gündelik hayatın bayağılığı, sıradanlığı var pencerenin dışında. Otuz iki yıllık dostumuz, kardeşimiz, en çok ‘Emek’ mücadelesiyle, festivale konuk olan sinemanın dahi isimlerinin mütevazılığıyla anımsanacak! Costa-Gavras, Peter Weir, Laurent Cantet ve yine bizden biri Carlos Reygadas’la… 

Otuz ikinci yılın programı, damakta farklı lezzetler bıraktı yine. Greenaway, Ozon, Seidl’ın üçlemesi, her daim zımba gibi Costa-Gavras, asla eskimeyen Resnais, Carlos Reygadas’ın son harikası, yer ettiler zihinde ve yürekte! Yaman belgesel ‘Searching for Sugar Man / Bir Şarkının Peşinde’yi de unutmamak gerek! Anımsanmak bile istenmeyecek çok az film vardı işin doğrusu. Altın Palmiye’li ‘Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor’ hatırına salonu doldurduğumuz, adı öyle bir anda söylenmeyecek Taylandlı sinemacı Apichatpong Weerasethakul’un ‘doküdrama’sı ‘Mekong Hotel’, filmden öte bir ‘maket’ gibiydi! İsteksiz bir psikiyatr ziyareti, orantısız güce maruz kalma, dişçi koltuğu, ya da kamera şakasıydı sanki yaşanan deneyim. 
Bu yıl, önceki yıllardan farklı olarak, ulusal ve uluslararası yarışmada yer alan ‘Altın Lale’ adayı filmlerin tümünü izledim. ‘Ulusal Yarışma’da ‘en iyi film’ seçilerek Altın Lale’yi kazanan ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’, Onur Ünlü’nün benimsenişinin kanıtıydı! Cesaretle ‘yaratan’ Ünlü, ‘varoluşun’ ne denli karanlık, gerçeküstü, netameli ve olağandışı bir şey olduğunu yeniden yansıttı perdeye. Gökten yağan taşlar eşliğinde. Endişe içinde çırpınan insanın çaresizliğiyle karşı karşıyaydık. Ege’nin içerlek coğrafyasında; doğaüstü güçlere sahip son derece sıradan insanların, sıra dışı dünyalarıydı tanık olduğumuz. Zeki, komik, olabildiğince hüzünlü! Günışığı yasalarından sıyrılıp mutlu olmak ne denli güçtü! Sevgiyi yakalamak, varlığın endişesini asla duymamak… Mümkün müydü avuçlarının içi terlemeden kendini iyi hissetmek? 
‘Yozgat Blues’da iyi filmdi. Sersem gibi çıktım salondan. Allak bullak. Yürek parçalanması. Mahmut Fazıl Coşkun, ilk filmi ‘Uzak İhtimal’in epey ötesine geçmiş. Taşrada zaman ve yoksunluğun abc’si. Ercan Kesal’ın ‘haklı’ ödülü sonra. Müthiş karakter Yavuz’un orijinal dilde Joe Dassin yorumu: L’été Indien… Bütün oyuncu kadrosu… Çağın ve yaşanan yerin geçer akçe değerleri dışında biri olmak. İmkânsızlığın ve mutlu olamayacak olmanın, şövalyeliğin can acıtan resmi. 
Kocaman bir ilk film! ‘Köksüz’. Deniz Akçay Katıksız’ın ilk set deneyimi, birçok ödülle ayrıldı festivalden. Hepimizin yüreğini de çalarak. Babasız evler. Arada kalmış, ‘araf’ta nefes alıp veren küçük insanın acısı. Çıkışsızlık ve haykıramama. Öylece akıp giden gündelik hayat ve devam etmenin zorluğu! Bravo bütün ekibe! Alkışlar sürmeli. Hep bizimle birlikte olan dostumuz Seyfi Teoman anısına verilen ‘en iyi ilk film’ ödülünün ayrı bir başarı ve sorumluluk olduğunu da anımsatalım. Bir ilk filmden daha bahsetmek gerek! Sevdim. Lusin Dink’in yazıp yönettiği bir doküdram. William Saroyan’ın (1908-1981) memleketi Bitlis’e yaptığı yolculuk ve usta kalemin metinleri eşliğinde ‘rahat’ bir anlatı. İçi dolu ‘an’lar, ince detaylar, sıcak, tertemiz, ümit veren zarif bir iş. Sevdiğim bu dört filme, daha önce izlediğim ve yazdığım Derviş Zaim’in ‘Devir’ ini ve geçtiğimiz ay kaleme aldığım ‘Kelebeğin Rüyası’nı da dahil etmek isterim. İlk dört filmi, son ikisine oranla daha fazla beğendiğimi ekleyerek. 
Festivalden, en iyi yönetmen ve en iyi görüntü yönetmeni ödülleriyle ayrılan ‘Hayatboyu’na gelelim… Emre Erkmen’e verilen ‘En İyi Görüntü Yönetmeni’ ödülü, festivalin isabetli kararlarından biriydi. Aslı Özge, titiz çekmişti filmini ama en iyi yönetmeni miydi seçkinin, karar veremedim. İzlediğimiz öykü-mesele, Michelangelo Antonioni ustanın 1961’de yarattığı bir başyapıtla, ‘La Notte / Gece’ ile yakın akrabaydı. Ruh ikiziydi adeta ve zaten çekilmişti, hem de kusursuza yakın biçimde. ‘Tamam da ne o zaman’ diye düşündüm filmin ardından. Bir yetkinlik kanıtı mıydı sinema? Yönetmen hakimdi öyküsüne, eyvallah! Ama yüzlerce kez, hatta Hollywood dahil olmak üzere defalarca izlediğimiz bir mevzu ve biçim buluşmasıydı perdedeki. Kötü müydü, hayır! Peki neydi o zaman rahatsız eden? İçe sinmeyen, ‘olmuş’ dedirtmeyen büyük bir resim duruyordu karşımda. Yazarak, düşünerek, zamanla daha başka bir ilişki kurulabilir mi bilmiyorum? Ama biraz da bu yüzden var eleştiri. Zamana bırakılacak filmler dosyasına kaldırmak mı gerekiyor ‘Hayatboyu’nu? Aslı Özge’nin yolculuğunu izlemek lüzumlu. İddialı bir sürece tanıklık etmek. Defne Halman ise iyiydi, kelimenin dolu anlamıyla. Filmden onu çıkarınca geriye kalanları da düşünmek gerek!
Uğur Yücel’in Kars’ın beyaz dinginliğinde çektiği ‘Soğuk’ kötü değildi asla! İçe sinmeyen, ‘budur işte’ dedirtmeyen, muallak durumlar, oluşlar vardı işin içinde. Fazlalık olarak göze çarpan, inandırıcı olmayan kimi bilge diyaloglar… Çehov’un ‘Üç Kızkardeş’i Kars’ta karşımıza çıkıyorlardı. Dostoyevski’nin ‘Karamazov Kardeşler’i sonra! Ted Kotcheff’in ‘Winter People / Kış İnsanları’ duygusu, büyük resme iyi yedirilmiş yerel motiflerle buluşuyordu adeta! Saroyan, Faulkner, Berger satırları gibiydi üşüten gerçekler. En iyi müzik ödülü doğruydu. İyi kamera, çıkışsızlığın röntgenini görüntülüyordu. Sema Poyraz’ın ‘En iyi Kadın Oyuncu’ ödülünü kazandığı ‘Özür Dilerim’, ilk uzun metrajı ‘Eylül’ ile Adana Altın Koza’da ‘en iyi yönetmen’ seçilen Cemil Ağacıkoğlu’nun yeni filmiydi. ‘Eylül’ ile bana umut vermişti Ağacıkoğlu. Bu kez, son derece ‘etkisiz’ bir işle karşımızdaydı. Güven Kıraç’ın performansına dayalı ne olduğu, ne söylediği net olmayan bir filmdi ‘Özür Dilerim’. ‘Evde hasta bakmak zordur’ ve/veya ‘ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar’ mı diyordu film? Ya da, hazır sahipken göstermeliyiz sevgi ve ilgimizi en sevdiklerimize mi? Toparlanamamış bir meseleydi, neyi öne çıkartacağını kestirememiş ‘eksik’ öykü. ‘Karnaval’ ise en az içime sinen filmi oldu ulusal yarışmanın. Tülin Özen ve Serdar Orçin ellerinden geleni yapmışlardı ama çok hafifti gerisi. İçi doldurulamamış meseleler, sakin anlatıyı darmadağın eden aceleye gelmiş finalle noktalanıyordu. R2-D2 oynuyordu filmde bir de! 
Gelelim uluslararası yarışmaya… Sıradan bir gençlik filmi gibi başlayıp, karanlık, netameli sulara açılan ve kapkara kapanan İrlanda filmi ‘What Richard Did / Ne Yaptın Richard?’ kazandı Altın Lale’yi. Lenny Abrahamson’un yönettiği dramın, Kevin Power imzalı ‘Bad Day in Blackrook’ adlı romandan uyarlandığını meraklısı için not düşelim. Ahlak, başarı-başarısızlık, sorumluluk, karakter, hata, ilk gençlik gibi oluşlar etrafında dönen bir ‘vicdan’ öyküsüydü film. Suç ve cezanın bıçak sırtı duruşu! Ne olduğun ve ne olmadığın… ‘L’humanité / İnsanlık’ ile zihne kazınmış, her daim çok tartışmalı işlere imza atan provokatif yaratıcı Bruno Dumont imzalı ‘Camille Claudel 1915’, günümüz için çekilmişti adeta! Toplum dışına sürülmüş, deli damgası yemiş bir sanatçının, özgür bireyin değişmez kaderi. Jüri özel ödülünün yanı sıra FIPRESCI ödülünü de kazandı Dumont’un yeni filmi. Geçtiğimiz yıl ‘Hors Satan / Şeytanın Ötesinde’ ile uğradığımız çöküntüden sıyrıldık. Biyografik dramda Juliette Binoche, kelimelerin ötesindeydi yine. Eva Neymann’ın yönettiği ve Radikal Halk Ödülü’nün sahibi olan Ukrayna filmi ‘Dom S Bashenkoy / Kuleli Ev’, savaş ve yokluğun pençesinde, tükenmiş bir beyazlıkta sekiz yaşında bir çocuğun ayakta kalma çabasıydı. Yüzde yüz sinemaydı Tarkovski ustanın da zamanında çekmeyi düşündüğü öykü. Duyarsız toplum, çile ve acı. Karlar altında kalmış bir şiir! Hollandalı Nanouk Leopold imzalı ‘Boven İs Het Stil / Her Şey O Kadar Sessiz Ki’ iyi filmler arasındaydı. Hasta babasıyla yaşayan orta yaşlı çiftçi. Gündelik hayat. Barışamamak, ıskalananlar. Son bir heyecan duymak, söyleyememek bir de. Hızla düşen zaman. Ölüm ve yalnızlık.
Bir bahar daha geçti gitti işte. 33. Festivali bekliyoruz şimdi. Başka bir baharı! Umuyoruz, ‘emeğimizi’ elimizden almazlar. O büyülü salonda, aramızda olan, olmayan bütün dostlarla oturup, açılış filmini izleriz. Seyfi iki koltuk ötede oturur. Mengü Ertel, Şakir bey. Hikmet abiyle sıcacık selamlaşırız. Hayri ve Murat abiler, sadece yer değil, yol da gösterirler. Sonra… Sonra bahar gelir, hiç gitmez!

Sinema Dergisi / Mayıs 2013 

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar