Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

24 TEMMUZ 2020

22 Temmuz 2020 Çarşamba 08:24
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak ve maskelerimizi evin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında. 
Bu hafta, yani 24 Temmuz 2020’de vizyon yine filmsiz. Bildiğiniz üzere, sinemalar kapalı. Siz değerli okuyucularla, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş Temmuz sayılarında yayınlanmış eski yazılarımı paylaşmak istedim. Bu hafta, 2012 yılının Temmuz ayını ziyaret ediyoruz. O yılın Temmuz’unda sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor… 
Sinema salonlarına bir an evvel dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese sağlıklı günler!

 

(Sinemadan Çıkmış İnsan / Temmuz 2012)

MOONRISE KINGDOM

‘Yırtarak geçiyor kalbimizden hayatı da törpüleyen zaman’
Arkadaş Z. Özger

Elbette herkese, her beğeniye göre değil ‘Moonrise Kingdom’. ‘Farkında’ olanlar için. Gelip geçtiğimizin, geçerken dokunduğumuz önemlerin ayrımında olanlar için yani. Bütün filmleriyle, yürekte ‘buruk’ gülücükler açtıran Wes Anderson, yine bildik izleğini sürdürüyor. Olabildiğince hüzünlü, yine çok zeki, dokunaklı, içli, epey romantik ve hakiki mizahla donanmış filmi, bir ilk aşk üzerinden, sevgiyi ve aşkı yitirmiş olanlara bakıyor. Büyüklerin dünyasının yaralı yalnızlığına… ‘Çocukluğun Soğuk Geceleri’ni izcilikle geçiren çocuklar. Büyüklerin işaretleyecekleri umut limanları, sevgi adaları ve destek filikaları olmadan kendi yollarını bulmak zorunda çocuklar. Tek başınalar. Getirildikleri bu yerde, ellerinde metal bir pusula, çalı çırpıyla ateş yakmayı öğreniyorlar ilkin. Yemek yapmayı, yataklarını toplamayı, dayanışmayı, aşık olmayı… Örgütlü olmaktır aşk… Bunu da öğreniyor çocuklar. El yordamıyla büyür insan. Öyle… ‘Çocuklardık, parlak yıldızlardık o zaman’ diyen büyükler. Hepsi pişman, kızgın, yorgun, mutsuz, yalnız… Karanlıkta üşüyorlar. Aradıkları birer sıcaklık, birer mucize, yeniden başlama şansı, yeni bir fırsat, aşk, çocuklukları…

Sürüden ayrılmayı seçen iki çocuğun peşine düşüyorlar. Onların küçük masal krallığında ‘bir yer’ belki de sahip olmak istedikleri. Evren kaos içinde. Uyum eksik, ahenk. Bu çetrefilli, zorba dünyada ebeveyn olmanın yok edici zorunlulukları. Ezber edilen otomatik davranışlar, tepkiler, yetişkin dünyasının tekdüze boğuculuğu. Şefkatsiz kalmış bireyler, kendilerine toprak arıyorlar. 1965’te, New England’ın sessiz sakin bir adasında geçen anlatı, süper 16 kamerayla çekilip, ardından 35 mm filme basılmış. Geniş açılı lensleriyle yalnızlığa kafa tutan adam yine büyüleyici bir tablo yaratmış. Sonbahar kırmızısı hüzünlü yaprakları, havadaki sıkıntıyı, kayalara vuran dalgayı, yürekteki kara noktayı, insan acemiliğini görüntülemiş… Hassas karakterler geçidi sürüyor… Tenenbaum ailesinin fertleri olsun, Darjeeling Limited’le annelerini arayan üç erkek kardeş, ya da oğluna sarılmak isteyen yalnız oşinograf Steve Zissou… Masumiyet, başka vücutlarda, yaşadığımız yerin hüzünbaz notalarını çalıyor… Orhan Boran ve Yuki de yoklar artık… Suzy ve Sam gibi genç aşıkların krallıklarında yaşıyorlar muhtemelen. Hayata değer katmak ve yaşadım diyebilmek için, az kullanılmış olan yoldan gidenlerin…  ‘Kalbim! Elimden tut, elimden tut. Sensiz bir şey yapamam’ diye bitiriyor ‘Kan Reçetesi’ adlı şiirini Arkadaş Z. Özger. Wes Anderson’la tanışsalardı ne denli çok severlerdi birbirlerini…  


REKİN TEKSOY’UN ARDINDAN

Az ve öz kalanlardan biri daha eksildi

Bir meslek büyüğünü, örnek alınması gereken kişiliklerden birini, bir ustayı, bir ağabeyi yitirdik. Rekin Teksoy, aramızda değil artık. Bu dünyadan gelip geçtiğini gösteren bir sürü kanıt bıraktı ardında. Yazdığı ve çevirdiği eserler, yetiştirdiği öğrenciler, etkilediği insanlar… Gerçek bir entelektüel, birikimli bir sinema yazarı, usta bir kalem ve çevirmen, sabırlı bir eğitimci, yetkin bir hukukçu, aydınlık yarınlara inanan, romantik, iyi yürekli bir insandı. Bir hitabet ustası olduğu söylenirdi. Enfes anlattığı ve enfes dinlettiği. Kendini dinletmek önemlidir. Çok az insan tanıdım kendini dinleten. Bir tanesi teyzemdi. O da hayatta değil artık. Av. Necla Fertan. Rekin Teksoy, teyzemin arkadaşıydı. Henüz çok ufaktım. Sanırım ilkokul yıllarında. Her şey farklıydı. Bugünkü gibi olan tek şey sinema sevgimdi. İkisi de avukat olan annem ve teyzemin yazıhaneleri, Teşvikiye’deydi o zaman. Rekin Teksoy’u ilk kez o büroda gördüm. Bir dava üzerine konuşuyordu bizimkilerle. Sonra sohbet, üstadın uzmanlık alanlarından bir diğerine, çok sevdiği sinemaya geldi tabii. Hiç unutmadım; Antonioni’nin ‘La Notte / Gece’sini konuştular. Daha doğrusu o anlattı, diğer herkes dinledi. Aklımda kalan en önemli şey, anlamlarını çok uzun zaman sonra öğreneceğim meziyetlere sahip; bu ‘sakin’, ‘ağırbaşlı’, ‘bilgili’, ‘donanımlı’, ‘çok efendi’ insanın; anlattıklarını benden sakınmamasıydı. Ben de bir yetişkinmişim gibi, arada bana da dönüp anlatıyordu. Büyülenmiş gibi seyrettim onu. Tek kelime anlamadım muhtemelen anlattıklarından ama o filmin adını asla unutmadım: ‘Gece’…

Kendimi bilip, bir gün mutlaka sinema yazacağım dediğim lise yıllarında, ‘La Notte’yi izlerken Rekin Teksoy düşmüştü aklıma. İlerde bir gün, onunla; çok sevdiğimiz aynı derneğin; SİYAD’ın çatısı altında buluşacağımızı, eserlerini okuduğum, eleştirilerini satır satır takip ettiğim bir ustaya, meslektaşım diyebileceğimi hayal bile edemezdim. Bu gerçek, en önemi ayrıcalıklarımdan biri oldu şu hayatta. Şimdi o yok… Şöyle bir etrafa bakıyordum da; bir elin parmakları gibi azaldı; SİYAD’ın resmi sitesinde yayımlanan güzel yazıda tanımlandığı şekliyle; onun gibi ‘şövalyeler’. Bütün önemli kişi ve oluşun, yerlerini türlü önemsizliklere bıraktığı, hemen her alanda olduğu gibi, kültürel coğrafyada da devasa bir erozyonun, hatta felaketin yaşandığı günümüzde; onun gibilerine rastlamak neredeyse mümkün değil. Olanca hızıyla bozulan ve kirlenen dünyada, popüler kültürün ve onu yaşatan aktörlerin delirmiş cüretkârlığı, inanılmaz boyutlara ulaştı. Yaşadığımız cehalet, çılgınlık ve küstahlık devri bir gün son bulduğunda; ya da, ‘bugünden farklı, gerçek değerlerin’, sesinin daha çok çıkacağı zamanlarda; Rekin Teksoy’un kültür dünyası adına neler yapmış olduğu daha iyi anlaşılacak. Alçak sesle ama güçlü adımlarla yaşayan bu özel insanın gidişi de, aynı yaşarken olduğu gibi; alçakgönüllü bir bilgelik ve vakur bir sessizlikle oldu.

Usulcacık terk edip gitti bizi Rekin Teksoy. Ardında ‘gerçek’ bir miras bırakarak. Bilginin, çalışkanlığın, üretkenliğin, tevazuunun, erdemin, efendiliğin ve iyi insan olmanın ne demek olduğunu yeniden hatırlatarak… Yürek kanarken, diğer taraftan da hiçbir eksiklik yokmuş gibi; onun kitaplarının durduğu kütüphanedeki rafa bakıyorum. Orada duruyor işte Rekin Teksoy. Fikirleri, kelimeleri, düşleri, o kitapların içinde! İçi dolu bir hayat yaşadı. Doğru, dürüst, sade, keyifli, anlamlı ve önemli. ‘Önemli’ çünkü insana, umuda, sanata, bilime ve bilgiye inandı. Bütün ‘az ve öz’ olanlar gibi… ‘Önemli’ bir hayat yaşamak adına; ışığı, yolumuzu aydınlatacak!  


AZRAİL’İ BEKLERKEN

Ağla Sevgili Yurdum!

Bazen bıkarsınız. Vazgeçersiniz. Aşk yoktur artık. Şiir yoktur. Sizi mutlu eden hiçbir şey yoktur etrafta! En yakınlarınız öbür ucundadır dünyanın sanki! Bir başınasınızdır. Her oluş olabildiğine sıradandır. Her şey kirlenmiş, bozulmuştur. Nasır Ali’de böyle hissetmekte işte. 1958’in İran’ındayız. Notalarına aşkla basan ünlü keman virtüözü Nasır Ali, eşi tarafından kırılan kemanının bir benzerini arıyor ama nafile! Hiçbir ses, o eski ses değil! Mutsuzluktan üşüyor adeta Nasır Ali. Evdeki herkes o denli yabancı ki! Ölmeye karar veriyor o anda; yok olmaya… Kendisini almaya gelecek olan Azrail’i bekliyor. Perdeleri çekik odasında, yatağın içinde bir başına. Anımsayarak, duyarak, düşünerek. Bu muhasebe, inandıklarına, düşlerine, tutkusu olan müziğe, çocuklarına, kardeşine, ailesine, eşine, ‘İran’ adlı kavuşamadığı büyük aşkına, nihayet, ülkesine dek uzanıyor. Sophia Loren’in çıplak teninin, Azrail olarak ona dokunduğu saatler yaşıyor, sekiz günlük ölüm yatağında! 2007 tarihli etkileyici animasyon ‘Persepolis’in yaratıcıları İranlı Marjene Satrapi ve Fransız Vincent Paronnaud’dan şiir gibi bir film daha! Orijinal adıyla ‘Poulet aux prunes’, 50’li yılların İran’ını masalsı bir tarzda yansıtıyor perdeye. Nasır Ali’nin, dolayısıyla ülkesinin; ‘İran’ın yitirdiği masumiyet, büyü, aşk, sevda, tutku, mutluluk ve şiir…

İlk aşkıyla, ‘İran’la evlenemediği için hayata küsen, içine kapanan ve artık ‘başka bir yerde’ yaşadığını fark ederek ölümü seçen adam. Evlatlarını, yalnızlığa ve ölüme sürükleyen sevgili: İran. Yönetmenlerin, sevgiyle andıkları memleketlerinin metaforu güzel kız. - sevdiğine son görevini yapan, hep ‘orada’ olan mahcup bir yanı da var bu arada- Zevk sahibi, stilize, ölüm ve kederle yüklü içli bir şarkı perdedeki!  Son derece hüzünlü, narin bir biblo gibi; çok şık. Bir Behrengi masalı okuyormuş gibi her şey. ‘Persepolis’in ardından, İran’ın içli tarihine bir ağıt daha. Güzelim Anadolu türküsündeki gibi: ‘Ela gözlüm ben bu elden gidersem, Zülfü perişanım kal melül melül. Kerem et aklından çıkarma beni. Ağla gözyaşını sil melül melül…’ Bu kez siyaset törpülenmiş. Asla az değil, daha da ustaca eklenmiş anlatıya. Eski güzel günlere, aşka ve düşlere edilmiş vedanın melankolik öyküsü, zaman zaman Satrapi ve Paronnaud’un çizgileriyle de buluşuyor. Usta aktör Mathieu Amalric döktürüyor! Yarı biyografik bir hüzün masalı da denebilir; bir taraftan narin referanslarla sinema tarihine sevgiler sunan bu sıcacık filme.

(Sinema Dergisi / Sinemadan Çıkmış İnsan / Temmuz 2012)

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar