Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

22 OCAK 2021

21 Ocak 2021 Perşembe 22:05
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.

Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yaklaşık beş ay önce yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının yılsonuna dek kapalı olacağı açıklandı. Umuyoruz sağlıkla açılır perdeler en kısa sürede. Şimdi kendimizi ve sevdiklerimizi pandemiden korumak, umutla beklemek zamanı.

Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyorum. Mart-Nisan-Mayıs-Haziran-Temmuz-Ağustos-Eylül, Ekim, Kasım, Aralık ve şimdi Ocak aylarında, köşemde yazdığım eski yazıları… Bu hafta, 2012 yılının Ocak ayındayız! O yılın Ocak ayında sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor…

Sinema salonlarına bir an evvel ‘temelli ve sağlıklı biçimde’ dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese iyi seyirler, sağlıklı günler!

Vizyon madem halen filmsiz, evlerdeyiz; her hafta naçizane iyi filmler ve diziler önermek isterim sizlere… ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film ve popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendiği ‘güncelleri’ öneriyor!

 

ÖNCE TAVSİYELER…

SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

L’Avventura / Macera

(Yönetmen: Michelangelo Antonioni / 1960)

 

Peeping Tom / Röntgenci

(Yönetmen: Michael Powell / 1960)

 

Rocco e i suoi fratelli / Düşman Kardeşler

(Yönetmen: Luchino Visconti / 1960)

 

Andrey Rublev

(Yönetmen: Andrei Tarkovsky / 1966)

 

Bonnie and Clyde / Bonnie ve Clyde

(Yönetmen: Arthur Penn / 1967)

 

Güncel öneriler

Filmler:

Azizler

(Yönetmen: Durul & Yağmur Taylan)

Tekdüze yaşamından ve çevresindeki herkesten bunalan Aziz, saplanıp kaldığı kısır döngüden çıkmak için bir oyun oynamak zorundadır. Engin Günaydın’a, Haluk Bilginer, Binnur Kaya’nın eşlik ettikleri komik ve trajik bir kaçış hikâyesi. Senaryoda, Taylan Biraderlere eşlik eden isimse Berkun Oya

 

Outside the Wire

(Yönetmen: Mikael Håfström)

Yakın gelecekte bir savaş bölgesine gönderilen insansız hava aracının pilotu, felakete dönüşecek nükleer saldırıyı durdurmak için çok gizli bir android subayla iş birliği yapar. Anthony Mackie’nin başrolü üstlendiği fantastik aksiyon, Hollywood’da çalışan usta İsveçli yönetmen Mikael Håfström imzalı!

 

Misbehaviour / Bayan Devrim

(Yönetmen: Philippa Lowthorpe)

1970’de Londra2da düzenlenen güzellik yarışmasındayız. Dünyada en çok izlenen ve beklenen güzellik yarışmasında yaşananlar, diğer yıllara göre oldukça farklıdır! Yıldız oyuncu Keira Knightley, ‘Beauty and the Beast’te izlediğimiz Gugu Mbatha-Raw ve ‘Wild Rose’daki performansıyla BAFTA’ya aday gösterilen Jessie Buckley’e, efsane aktör ‘Bob Hope’ rolünde usta aktör Greg Kinnear eşlik ediyor.

 

The Great Hack

(Yönetmen: Karim Amer, Jehane Noujaim)

Gerçek olayları perdeye taşıyan belgesel, 2016 ABD başkanlık seçiminin ardından ‘Cambridge Analytica’ adlı bir veri şirketinin, sosyal medyanın karanlık yönünün sembolü hâline geldiğini tane tane anlatıyor! Sosyopolitik gerçekler ve çağımızın karanlık yanları!

 

Sightless

(Yönetmen: Cooper Karl)

Biber gazı saldırısı nedeniyle görme yetisini yitiren Ellen, iyileşmek için inzivaya çekilir. Ancak kısa süre sonra paranoyaya dalar ve etrafındaki kimseyi saldırganın; onu dehşete düşürmek için geri döndüğüne ikna edemez. Yönetmenin, 2017 tarihli kısa metrajından uzun metraj kurmacaya uyarladığı psikolojik gerilim sürükleyici.

 

Diziler:

Brooklyn Nine-Nine

(Yönetmen: Dan Goor, Michael Schur)

Zeki ama toy Brooklynli dedektif Jake Peralta, ekibinin başına titiz bir yüzbaşının atanması üzerine kurallara uymayı ve bir takım oyuncusu olmayı öğrenmeye mecbur kalacaktır! Başrolde Andy Sanberg’in yer aldığı suç komedisi, ilk sezonundan bu yana mizah ve heyecanı başarıyla hatmanlıyor!

 

Cobra Kai

(Yönetmen: Jon Hurwitz)

‘Karate Kid’ filmlerinin devamı niteliğindeki dizide, hayatlarını değiştiren turnuvadan onlarca yıl sonra Daniel ile Johnny arasındaki rekabet yeniden kızışıyor. Eski kahramanımız Ralph Macchio ve rakibi William Zabka yıllar sonra yeniden bizimle!

 

The Duchess

(Yönetmen: Katherine Ryan, Toby MacDonald)

Bekâr anne Katherine, aynı anda kariyerini, ergen kızını ve erkek arkadaşıyla ilişkisini idare etmeye çalışırken bir yandan da yeni bir çocuk sahibi olmayı düşünmektedir! Başrolü üstlenen Katherine Ryan, aynı zamanda mizahi öykünün yaratıcısı)

 

Good Morning Verônica

(Yönetmen: Rog de Souza, Raphael Montes)

Bir arkadaşlık sitesine dadanan sapığın peşindeki kadın polis, korkunç bir sır taşıyan çifti ve bu sırrı saklayan komplo ağını ortaya çıkaracaktır! Brezilyadan çıkagelen karanlık bir gizemli suç hikâyesi!

 

Succession

(Yönetmen: Jesse Armstrong)

Usta aktör Brian Cox’a, Jeremy Strong ve Kieran Culkin eşlik ediyorlar. Roy ailesinin babalarından miras kalan medya krallığını yönetmek için verdiği mücadele sürüyor. Şirketin patronu Logan Roy’un emekliye ayrılmasını bekleyen ve sahip oldukları medya imparatorluğunu kontrol etmek isteyen aile üyelerinin arasında rekabet başlar.

 

Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Ocak 2012

MELANCHOLIA

‘Sanki hep birlikte kötüler, hep birlikte de masum…’ Ludwig Wittgenstein

İki kız kardeşin doğal ilişkileri eşliğinde bütün bir insanlık ve dünyanın son günleri… Melancholia gezegeni dünyaya yaklaşıp, onu yok etmek üzere. Sayılı saatler arasında sevgi, aşk, arzular, nefret, hırs, boşluk, zorlama, yapmacık ilişkiler, hesaplar ve gerçek bir kaybolmuşluk içinde pes etmiş bir beklentisizlik… Lars Von Trier’in durum tespiti, son derece sarsıcı ve karanlık bir şiir sanki. Allan Poe dizeleri gibi perdedekiler. Sizi, açılış sahnesinin muhteşemliğiyle kavrayacak ve beklenen ‘son’a dek avucundan bırakmayacak bir yapım ‘Melancholia’. Tanrının, umudun, sevginin terk ettiği insanoğlu. Bir başınalığın, mutlak yalnızlığın, katlanılmaz acının yüreği çürüttüğü gerçeği. Verecek hiçbir şeyinin kalmaması. Tükenmek… Kız kardeşine aşkla bağlı, daha dengeli gibi görünen Claire ve depresyondaki Justine. Aslında bütün o mide bulandırıcı gerçekleri, görünen ‘son’u, sistemin çıkışsızlığını kabullenen Justine… İnsanoğlunun doyumsuz yozluğu… Bir kıyametin perde arkasındaki insan zavallılığı. Belirsizlik içine sürüklenen bireylerin, kedere bir kurtarıcı olarak tutunması… Kendimize ve içimizdeki sevgiye kavuşamamış olmaktan ortaya çıkan kinlerimiz. Ümitsizliğin ve tamir edemeyişin verdiği öfke. İnsana verilen zaman sona erdiğinde hazırlıksız yakalanan ruhların teslimiyeti. Acının duru hali. Bilimin ruh üşüten gerçekliği. Gerçek olan tek şeyin ‘görünen’ olduğunu bilmek. Yokluğa varırken, ‘yine de’ birlikte olmanın ürkütücü sıcaklığı. Avrupa Sinema Ödülleri’nde ‘En İyi Film’le birlikte, tamamen hak edilmiş ‘En İyi Görüntü Yönetimi’ ve ‘En İyi Yapım Tasarımı’ ödülleri. Hüzünden bir gelinlik giymiş Kirsten Dunst başta olmak üzere, dev oyuncu kadrosu. Çaresizliğin çürüttüğü, çoktan durmuş yüreklerin yedinci sanatla resmedilen haykırışı.

 

HUGO

Ben tek çocuğum. Belki de Lumière kardeşler ağabeylerim…

Martin Scorsese… Büyük ustanın yüreği ‘sinema’ diye atıyor ve bütün sinir sistemi, film şeritlerinden oluşuyor. 1930’lu yılların Paris’indeyiz. Tren garında yaşayan Hugo Cabret adlı 12 yaşındaki kahramanımızın eşliğinde yedinci sanata bir saygı duruşunda bulunuyoruz. Müthiş bir ruhla çekmiş Scorsese filmini. Gerçekten çok kişisel bir iş belli ki. Hugo Cabret, aslında Scorsese’nin ta kendisi. Bütün karakterler biraz o. Brian Selznick’in ‘The Invention of Hugo Cabret’ adlı çizgisi bol çocuk kitabından uyarlanan eseri perdeye uyarlayan isimse, ‘Göklerin Hâkimi / The Aviator’ ve ‘Gladyatör’ ile iki kez Oscar adayı olmuş senarist John Logan. Saat tamircisi babasını bir yangında kaybeden talihsiz Hugo’nun yolu, özellikle polis memurundan gizlenerek kaldığı tren istasyonunda bir oyuncakçı dükkanı işleten Bay George ile kesişir. Hugo’nun amacı, babasından ona yadigâr kalan tek şey olan ‘otomaton’u tamir etmektir. Tamirat için gerekli çizim ve çözümlerin yer aldığı defteri, oyuncakçıya kaptıran Hugo, ilk bakışta bu aksi ve acımasız görünen yaşlı adamın, geçmişin usta sinemacısı Georges Méliès olduğunu öğrenir. Birinci Dünya Savaşı’nın ‘insanı’ ve duyguları yok eden zalim gerçekliğinde sinemadan uzaklaşan dahi sinemacının vaftiz kızı Isabelle ise, gizem dolu macerada Hugo’ya yoldaş olacaktır. Profesyonel bir sihirbazken hareketli resimlerin büyüsüne kapılan ve sinema tarihine adını yazdıran Fransız öncü sinemacı Georges Méliès (1861-1938) duruyor orta yerinde filmin. Ona ve onun özelinde bütün bir sinema tarihine saygı duruşunda bulunan Scorsese, hüzünle örmüş pelikülün her anını. D.W. Griffith’in ‘her şeyi ona borçluyum’ dediği, Chaplin’in, ‘ışığın simyacısı’ olarak nitelediği, beyazperdeye ‘story board’ kavramını getiren, özel efektlerin babası ve mucidi Méliès’in sinema aşkı, aynı küçük Hugo’nun, sinema yazarı-araştırmacısı karakterin ve Scorsese’ninki gibi. İçten ve gerçek. 1902 tarihli ‘Aya Yolculuk”’dahil 552 tane muhteşem kısa filme imza atan Méliès’i perdede usta aktör Ben Kingsley canlandırmış. Büyüsünü kaybeden dünya, onu büyülemek için uğraşan hayal dünyaları sınırsız kahraman sanatçılar… Dünyanın hüzünle yoğrulmuş nasırlaşmış yüreği, küçük yaşta büyüyen çocuk kalpleri, yaratıcılığın hayati tarafı ve gündelik yaşantılarımızı, sokağın boğucu tekdüzeliğinden, gezegenin vahşi, kötücül gündeminden uzak tutmaya yarayan, bizi yarattığı hayal dünyalarda sarıp sarmalayan sinemanın, yani yedinci sanatın gücü. Yaşasın Martin Scorsese, yaşasın Hugo, yaşasın Georges Méliès ve arkadaşları, yaşasın kalbi sinema için atan herkes! İçimizdeki kısa ömürlü ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ı, bizi evlerimize götürecek olan sokaklarda daha uzun yaşatan film, ‘cennet sineması’ günümüzün.

 

HAYAT AĞACI

Evrenin özü, soğuyan geceler ve bizi saran sıcaklık…

Aynı gezegende nefes alıp verdiğimizi düşününce, ruhumu kaplayan mutluluğun sebebi olan insanlardan biri Terence Malick. Dışarısının tekdüzeliğinden, bayağılığından uzaklaştıran, kendimi iyi hissettiren bir dost sanki. Medyada, popüler kültürün, çılgın kapitalizmin iletişim araçlarının hemen hiçbirinde görünmeyen, korkunç kalabalığa mesafeli dev sinemacı, 1943 doğumlu olmasına ve ilk uzun metrajı ‘Badlands’i 1973’te yönetmesine rağmen, sadece beşinci uzun metrajıyla ziyaret ediyor beyazperdeyi. 78 tarihli ‘Days of Heaven’dan sonra yirmi yıl sinemaya ara veren Malick, nadasa yatırdığı derin ve zengin meselelerini bir kez daha sinemalaştırmış. Cannes’den Altın Palmiye ile dönen yeni filmi ‘Hayat Ağacı’nda 1950’lerin Amerika’sına götürüyor bizleri. Aslında öykünün merkezinde yer alan anlatı 50’lerde geçmekte. Film, gezegenin oluşumuna, ilk canlıya, dinozorlara ve nihayet günümüze kadar uzanıyor. Tanrıya ve varoluşa da tabii. Nelere değinmiyor ki usta? Başlangıca, yüreğimizi kaplayan acıya, bilinmezden yola çıkılan noktaya, canlının evrimine, ilk ışığa, mutlu olmak için sevmek gerektiğine, en çok nefret ettiğimizin en çok sevdiklerimiz olduğu gerçeğine, bir ömür boyu söyleyememeye söyleyeceğini, mesafeleri kısaltamamaya en sevdiğinle, barışmaya, bilime, teolojiye, şüpheye, iradeye, anne şefkatine, örselenmiş çocuk yüreklerine, öfkeye, acımasızlığa, masumiyetin yitirilişine, çocuksu zalimliğe, ilk aşka, nefrete, kaybolmuşluğa, hayal kırıklıklarına, vicdana, cinselliğe, yürekteki kara noktaya, başarısızlıklara, umutsuzluğa, yenilmişliğe, doğum ve ölümün gerçekliğine, tanrısız kalmışlığa, insanın zavallılığına, acımaya, ifade etmeye, yok olmaya ve yok olsak da hep yaşıyor olmaya… İnsanın haritasına. Çok başka bir şey ‘The Tree of Life / Hayat Ağacı’. İyi ki sinema var dedirten bir yedinci sanat kanıtı. Modern hayatın çıkmazında kaybolmuş, sıkışmış yetişkin Jack karakterinde Sean Penn ve düşlerine ulaşamamanın faturasını en sevdiklerinden çıkaran despot baba rolünde Brad Pitt çok iyiler. Genç Jack’i canlandıran Hunter McCracken ise tek kelimeyle şahane. Varoluşun, insanı sarıp sarmalayan karanlık, muğlak ama aynı oranda mucizevi bilinmezliği. Hiçlik… Kierkegaard, Sartre, Dostoyevski, Nietzche, Camus, Heidegger, Feuerbach ve Schopenhauer okumalarına geri dönmek. Yaralayan, düşündüren, hatta çok düşündüren, çok zengin okumalara sahip, aşırı duyarlı, dopdolu, bir şiir-film perdedeki. Karşımıza arada bir, hatta nadiren çıkıp bizi umutlandıran, insan olduğumuzu fark edip, tarifsiz kederlere sürükleneceğimiz o sanat eserlerinden biri. Öte yandan, Tezer Özlü’nün başyapıtı ‘Çocukluğun Soğuk Geceleri’ gibi gerçek ve yaralayıcı Malick’in çocukluk günleri anlatısı…

 

BİSİKLETLİ ÇOCUK

‘Avrupa’nın orta yeri sinema; garipliğim, mahzunluğum, duyurmayın anama’…

Cannes’de, ‘Büyük Jüri Ödülü’nü, Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’sı ile paylaşan ‘Bisikletli Çocuk’, Dardenne Kardeşler imzalı. Dardenne’lerin bildik meseleleri ve bakışları, filmin her anına sinmiş. Batı Avrupa’nın göbeğinden ‘yoksunluk’ manzaraları, çocuk-baba ilişkisi, ebeveynlik, ahlak, iyi ve doğru olanın toplumsal yeri, olanaksızlık, imkânsızlık, hoşgörü eksikliği, yokluk içinde sevgi arayışı, adaletsiz bir düzende adalete ve hukuka bakış. Tabii sınıf meselesi bir de. Emeğin önemi, sınıfsal ahlakın insan kılan ama ‘tüketen’ doğası. Bir büyüme öyküsünün fena halde kalp yaralayan gerçekçi şiiri perdedeki. Kendisini yetimhaneye bırakan babasını bulmak ve tekrar onunla olmak için on iki yaşındaki Cyril’in verdiği mücadele. Ece Ayhan’ın ‘Orta İkiden Ayrılan Çocuklar İçin Şiirler’i gibi durum. ‘Meçhul Öğrenci Anıtı’ gibi sonra. ‘Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında. Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır’ diyesi geliyor insanın Cyril’a sarılıp. Sonra küçük çocuğa kucak açan kuaför Samantha’nun şefkati, sevgisi, insan yanı… ‘Ya Cyril, ya ben’ diyen sevgilisine; hiç düşünmeden ‘Cyril’ demesi. Can acıtan belgesel gerçekliği. Cyril’ın eve getirdiği ekmeği mutfakta hızla kesip, bir dilimini ısırıp, dışarı; oyuna çıkması. Sevgi ve emek dokümanteri perdedeki. Kırmızı eşofman üstüyle nasıl güçlü yaşıyor, nasıl hayatta, nasıl kafa tutuyor dünyaya, nasıl direniyor sisteme, nasıl inatla arıyor hakkını, nasıl biliyor ‘oluşunun’ doğasını, nerede olduğunu, nerede olacağını, nasıl güçlü durması gerektiğini, nasıl olup ta var olacağını? Bilinçli hüznü ve devam etmesi gerektiğini haykıran yalnızlığıyla ‘Cyril’ karakterinde nasıl da büyüyor küçük mucize Thomas Doret…

MURAT ERŞAHİN

 

 



Diğer Yazılar