Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

19 HAZİRAN 2020

17 Haziran 2020 Çarşamba 12:18
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde can almaya hızla devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak ve maskelerimizi evin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında. 
Bu hafta, yani 19 Haziran 2020’de vizyon yine filmsiz. Bildiğiniz üzere, sinemalar kapalı. Madem Haziran ayındayız; siz değerli okuyucularla, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş Haziran sayılarında yayınlanmış eski yazılarımı paylaşmak istedim. Bu hafta, 2011 ve 2012 yıllarının Haziran ayını ziyaret ediyoruz. O yılların Haziran’ında sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor… 
Sinema salonlarına bir an evvel dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese sağlıklı günler!

Sinemadan Çıkmış İnsan (Haziran 2011)

COPACABANA
Adaletin bu mu dünya?

Fransız usulü ‘kendini iyi hisset’ filmi olarak lanse ediliyor ‘Copacabana’. Oysa kendini iyi hissedecek en ufak bir noktası yok filmin. Bu işin; Fransız tarzı, İngiliz tarzı, Latin tarzı da olmaz üstelik. Ya kendini iyi hissedersin ya değil. Aksine, yaşadığımız yerin, dipsiz bir cehennem olduğunu, hüzün dolu sahneler eşliğinde bir kez daha anımsatan, çoğu anında gözlerinizin dolduğu bir film duruyor karşınızda. Gücünü, gerçeğin yürek burkan yanından alan bir film. İyinin ve insanın varlığına inandıran ama bunun karşısına kötücüllüğün doğasını ve toplumsal kabullenişini çıkaran dramı, Marc Fitoussi yazıp yönetmiş. Umudunu, neşesini, özgürlüğünü asla yitirmek istemeyen ana karakter Babou’nun bile, insana dair yaşadığı onca hayal kırıklığını düşünecek olursak, salondan tamiri güç bir kırılganlıkla ayrılmamak elde değil. Isabelle Huppert’in ‘neşe, sevgi ve iyilik dolu eksantrik anne’ karakterinin akıldan çıkması zor. 
İnsanı hiçe sayan çıldırmış kapitalizm, bombok dünya düzeni, kalpteki karanlık yan, bir diğerinin çukurunu kazan çağdaş zaman gladyatörleri, neşesini, umudunu sonsuza dek yitirmiş, her şeyini satılığa çıkarmış, hırsına yenik düşmüş insan müsveddeleri. Özgür bir yüreğin, sevgi, fedakârlık ve iyiliğin direnişi. Sonuçta elde var sıfır da olsa, hayali olanaklı kılmanın, söz gelimi Copacabana’yı, oturma odasına taşımanın hüzün de içeren içli gülümsemesi. 

SUÇLU KİM?
Vişne Bahçesi ve hayat…

Buram buram romantizm kokan sevimli bir soygun öyküsü değil aslında anlatılan. Mesele derin. Bağımsız ruhlu film, O. Henry’nin sıcacık hikâyelerinin tadında… Edebi anlamda fazla önemsenmeyen ama çok okunan ve sevilen öykülerdir O. Henry’ninkiler. Önemsenmeleri gerekir oysa. Önemlidirler. Aynı, Malcolm Venville’in yönettiği ‘Suçlu Kim? / Henry’s Crime’ gibi... Varoluştan, aşkın yaşamsal önemine, Çehov’dan, suç filmine dek birçok satırbaşı açıyor perdedeki öykü. 2004 tarihli Spielberg filmi ‘The Terminal’i kaleme aldıktan altı yıl sonra, ‘Suçlu Kim?’in öykü ve senaryosunda görüyoruz Sacha Gervasi ismini. Oyuncu kadrosu da müthiş. Keanu Reeves, alışageldik rollerinden çok uzakta. ‘My Own Private Idaho’da bıraktığı yerden devam ediyor ‘rafine oyunculuğa’. Amaçsız, şaşkın, mutsuz Henry karakterinde döktürmüş. 
Usta aktör James Caan son dönemde perdeye yansıyan en lezzetli performans sanki. Cazibeli ve iyi aktris Vera Farmiga, her zamanki gibi. Onu izleyip de aşık olmamak çok zor. Şefkatle sarılmak istiyorsunuz Farmiga’ya perdeye yansıdığı her an. Mutsuz, boşlukta salınan bir kahramanı var filmin. Otoyolda gişe memurluğu yapıyor. Arkadaş hatırına, suçsuz yere hapis yatıyor. Dışarı çıkınca, soyguna karıştığı iddia edilen bankayı gerçekten soymayı planlıyor. 
Aslında yeni bir hayata başlamak asıl derdi; varoluşuna anlam yüklemek. Aşk kapıyı çalınca, bütün taşlar yerine oturmaya başlıyor. Etrafındaki herkesin ve her şeyin de öyle… Filmde önemli bir yere sahip olan Çehov’un “Vişne Bahçesi”nin özel karakterlerinden yaşlı uşak Firs’in oyunun finalinde söylediği şu cümle, belki de filmi en iyi özetleyen: ‘Yaşam gelip geçti, sanki hiç yaşamadım’… Son jenerikler akarken, film üzerine bazı şeyleri asla unutamayacakmışsınız gibi geliyor; incelikli senaryo ve diyalogları, oyuncu kadrosunu, bir de filme fon olan Buffalo’ya hüzünle yağan karı… Niagara şelalesinin kıyısındaki flört anlarını, ‘Vişne Bahçesi’nin karakterlerini, James Caan’ın ‘Max’ ve Peter Stormare’in ‘Darek Millodragovic’ tiplemelerini saymazsak. 


BAŞKA BİR YERDE
Ana, yalnızlar garındayım…

Sofia Coppola, Venedik’ten Altın Aslan’la dönen yeni filminde bir ruh parçalanması öyküsü anlatıyor. Ruh üşümesi, ruh boşalması da diyebiliriz buna. Boşlukta, isimsiz bir yerde, anlamsızca salınan insanlar. Otuzlu yaşlarını süren Hollywood yıldızı, tamamen kaybolmuş vaziyette. Hiçbir amacı yok. Varoluş, nedensiz ağır bir yük onun için. Yaşadıklarının tam ortasında olsa da, onlara dışarıdan bakıyor. Yaşadığını ve nedenini fark ettiği anlar, on bir yaşındaki kızıyla geçirdiği süre… Los Angeles’ın; koridorlarında modellerin, oyuncuların, pahalı tele kızların, menajerlerin, avangart ayrıntıların kol gezdiği ünlü bir otelinde yaşıyor. Ama adı konmamış, karakteri olmayan bir mekânda. Başlangıçsız, sıcaklığın dışında bir yerde. Arafta. Netameli bir dünyada yalnızlık, aynılık, yoksunluk, yabancılaşma, sevgisizlik, yozluk ve sona gelip dayanmış soğuk bir gerçeklik. Kızıyla birlikte geçirdiği sahici anlarda nefes alıp veriyor bir tek. Açılış sahnesinde çölde daireler çizen siyah Ferrari’sinden inip, anlamsızca boşluğa bakmak yerine, son planda, karar verdiği ve içinden gelen bir eylemde bulunduğunu izliyoruz kahramanımızın.
İlerliyor. Nereye gittiği değil, gitme kararı önemli. Stephen Dorff ve yaşının üzerinde olgunluğa sahip ‘büyük’ oyuncu Ella Fanning, Coppola’nın yarattığı atmosfere tamamen uyumlu, içi dolu oyunlar sergiliyorlar. Babanın kızı için piyanoda, J. S. Bach’ın tarifsiz huzuru notalara döktüğü eseri Goldberg Varyasyonları’nı çaldığı sahne, filmin kırılganlığını ve eşsiz şefkatini de kazıyor akla. Gitarla çalıp söylenen akustik ve ayrıksı ninni Teddy Bear’in eski anılar gibi güzel hali, Sofia Coppola’nın, babası Francis ile paylaştığı özel bir anıya gönderme de olabilir haliyle. Yürekte yer etmiş tınılardan oluşan Soundtrack, yaratılan özgün, mesafeli atmosferi besliyor. Yalnızlığın paylaşıldığı anlar önem arz ediyor. 


BİR AYRILIK
‘Doğru’ nedir?

Her dinleyişte yüreği kanatan o türkü gibi; ‘bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm’… Asghar Farhadi’nin Berlin’de Altın Ayı’yı kazanan filmi, onca yoksunluk, imkânsızlık, yoksulluk, çıkışsızlık arasından seslenirken, Behrengi’nin satırlarını getiriyor akla. Onlar gibi güçlü. İran yapımı, sınıf, adalet, inanç, vicdan, sevgi temalarını, belgeseli andıran çırılçıplak bir gerçeklik ve doğallıkta yansıtıyor perdeye. Nadir, Simin ve tek kızları Termeh… Dünyanın hemen her köşesinde yaşanabilecek bir ayrılığın İran’daki tablosu, yaşanan toplumsal gerçekliğin de resmi olmuş. İnanç, adalet arayışı, doğru olanı yapmak adına verilen savaş, ahlak, sınıfsal durumlar, yalan, gerçek, fedakârlık ve son tahlilde insanlık… 
Verilmesi neredeyse imkânsız bir kararı, izleyicinin iç sesine bırakan enfes final. Zaten ta başından belli olan sonuçların, bir kaderin ötesinde, mecbur kılınmış bir seçimden kaynaklanması. Her şeyin ötesinde, doğru olanı yapabilmek. Gidebilme seçeneğine karşılık kalmanın ahlaki zorunluluğu. İnsanı hiçe sayan yerde insan kalma mecburiyeti. Rahat anlatım, her şeye ‘içerden’ tanıklık eden kamera, gerçeğe bürünmüş unutulmaz oyunculuklar ve sarıp sarmalayan o insani atmosfer. 


ŞEYTANI GÖRDÜM
Karanlığa bakarken 

‘Karanlık Sırlar’ ve ‘Acı Tatlı Hayat’ filmlerinin rafine yönetmeni Kim Jee-woon imzalı gerilim oldukça sert ve herkese göre değil. Zevk için öldüren son derece arızalı bir psikopat ve kurbanının nişanlısı olan özel ajanın av ve avcı oyunu… İntikam yemini eden adamın yavaş yavaş, aynı peşinde olduğu canavara dönüşmesi. Ahlak denen olgunun sorgulanması. Karanlıkla savaşırken ışığı tamamen yitirmenin tepeden tırnağa tedirgin eden yüzü. Yaşama tamamen başka bir boyuttan bakan hasta ruhlarla, ruhunu karanlığa emanet etme riskine rağmen ‘içsel bir mecburiyetle’ hareket eden adam. Kabullenemeyişin açtığı felaketler, getirdiği nokta. Bütün sınırların ve tahammül gücünün ötesine geçmeyi göze almış, şiddet yüklü, tavizsiz, başına buyruk, özgür bir film Güney Kore yapımı. 


KARBEYAZ
Yoksulluk kader değildir, kader olamaz!

Selim Güneş imzalı ‘Kar Beyaz’, edebiyatımızın dev isimlerinden Sabahattin Ali’nin ‘Ayran’ adlı öyküsünden uyarlanmış. Doğu Karadeniz’in bir dağ köyünde geçen içli yaşam mücadelesine, yokluk ve imkânsızlıkla sarmalanmış karakterler eşliğinde tanıklık ediyoruz. Anadolu’nun olanca yoksulluğu ve kara kışın beyazına boyanmış ücra sessizliği içinde ailesinin medarı maişetini sağlamak adına ayran satmaya çalışan küçük bir çocuğun mücadelesi, 40’lı yılların atmosferinden, çok sonralara taşınmış. Aslında zamansız, sembolik bir anlatı egemen, tabloları andıran enfes kış fotoğraflarına. ‘Yalnız’ bir coğrafyanın, bir halkın ruh haritası. Olanaksızlıkların toprağında bin bir türlü engele, doğanın ve sert kuralların eşlik etmesi. Büyümeyecek bir çocuğun yaşanan gerçeklerle mücadelesi. Ana feryadının, ‘kader’ denen şeye sitemi. Yine de büyük bir vakarla dikilip duran umut. Sinema sevgisiyle yapılmış, kendine önem yüklemeyen, bağırmayan, derli toplu, insan sıcağı, iyi bir film ‘Kar Beyaz’. Yolu açık olsun.


KÜÇÜK GÜNAHLAR
Aslan yürekli bir ilk film

Romanları, öyküleri, söyleşi ve biyografi kitapları, ‘Ömer Kavur’la Yola Çıkmak’ adlı belgeseli ve kısa filmleriyle üretken bir isim olan sinema yazarı Rıza Kıraç, yazıp yönettiği ve yapımcılığını üstlendiği ilk uzun metrajıyla, ‘çok çalışkan’ sıfatını kesinlikle hak ettiğini kanıtlıyor. Bir ilk film için oldukça düzgün bir iş. Hataları var tabii. Senaryoda, diyaloglarda… 
Bazı boşluklar, soru işaretleri yaratıyor zihinde. Fakat perdeye yansıyanlar çalışılmış, üzerinde düşünülmüş ve özgün. Bir kere meselesi doğru. Doğru bir film. Dürüst. Samimi. Doğal. Kıvırmadan anlatıyor meselesini. Üçlü bir aşk var. Fonda, 12 Eylül darbesinin insan ruhunda açtığı büyük yaralar var. Tarihsel bir hesaplaşma var. Kürt-Türk çatışması var. Faşizm var, Kürt sorununun, güney doğudan uzakta, büyük şehirde yaşayan bireyin hayatına olan etkisi var. Türkiye’nin son otuz senesinin tomografisi var. Tahribatlar, tamamlanmamış yolculuklar, pişmanlıklar, oturmamış kimlikler, benlikler. Her sabah yeniden demlenen acılar. Tutku, dostluk, aşk, günümüz Türkiye’sinin değer yargıları, yaşanan gerçeklikte üşüyen ruhlar… 
 İlk filmin acemiliği, ‘dur, şunu da ekleyeyim’ telaşı, biçim kaygısı filan; meseleyi biraz dağıtıp, savuruyor izleyiciyi. Fakat yürekten, içten yapılmış bir iş Rıza Kıraç’ın filmi.  ‘Genç adam, tebrikler’ diyelim sadece… Yapım, başvurduğu iki önemli festivalin ulusal yarışma bölümlerine seçilmedi. İki yarışmada da, bu ilk filmin, her bakımdan gerisinde olan birden fazla film izledik oysaki.


Sinemadan Çıkmış İnsan (Haziran 2012)


SEYFİ İÇİN

‘Bizim büyük çaresizliğimiz Nihal’e âşık olmamız değil, sesimizin dışarıdaki çocuk seslerinin arasında olmayışıydı. Asıl çaresizlik buydu.’
-Bizim Büyük Çaresizliğimiz- 

Vakitsiz ölümlerin ardından ne söylenebilir ki? Sadece isyan edilebilir! Çok erken oldu bu da! Seyfi Teoman… 1977 doğumlu genç bir sanatçı. İlk uzun metrajı ‘Tatil Kitabı’nı çektiği günlerden bu yana tanışıyoruz. Üzerimde bıraktığı ilk intiba, ‘çok düzgün bir insan’ olduğu yönündeydi. Asla değişmedi bu. Kendini son derece iyi yetiştirmiş, zeki, duyarlı, entelektüel, yardımsever, samimi, dengeli, iyi bir insandı. İyi bir yönetmendi. Yedi yaş terbiyesine sahipti ayrıca. Herkes sahip olamaz. Yedi yaşına kadar alınan terbiyedir bu; insanın bir ömür, kim ve ne olacağını belirler. İlerde, attığınız her adımda, o yedi yıllık terbiyenin izleri vardır. Bu yüzden ona bu terbiyeyi veren ailesini de saygıyla kutlamak gerek… Sohbeti, görüşleri kadar değerliydi ayrıca. Onu tanımak, hepimiz için bir ayrıcalıktı sanırım. Bu sığ, tekdüze, nobran, adaletsiz, zalim dünyaya değer katan genç sinemacıyı, dostu…

‘Bizim Büyük Çaresizliğimiz’ çıkageldiğinde tarifsiz hüzünlere sürüklendim kendi adıma. Beğendim filmi. İç ısıtan bir sürpriz gibiydi film. Kendine göre kırılganlığı olan, çok şey paylaştığınız eski bir mahalle arkadaşı gibiydi. İyilikle, bunun yanı sıra yaşıyor olmanın olanca dayanılmazlığıyla yoğrulmuştu sanki. İçliydi, kendine özgü bir mizahı vardı, Seyfi gibi gülüyordu film öte yandan. Öyle içten, öyle doğal, öyle sıcak… Hayata dair hemen her detayı paylaşmak mümkündü Seyfi’yle. Ana besin kaynağımız sinemadan, akla gelmeyecek ufak nüanslara dek her şey üzerine laflardık. Ama hiç öyle abur cubur konuşmazdı. Bilge fakat son derece mütevazı kelimelere rastlardınız cümlelerinde. İstanbul Film Festivali’ne denk geliyor son görüşmemiz. Başına gelen tarifsiz felaketten beş gün önceydi. 11 Nisan Çarşamba’ydı. (Sonrasında tesadüfen ceketimin cebinden çıktı bilet. O yüzden biliyorum tarihi. Bu bileti hep saklayacağım) Fitaş Sineması’nın dördüncü salonunda karşılaştık. ‘Onun Geldiği Gün / Book Chon Bang Hyang’ adlı bir film. Güney Koreli Hong Sang-Soo imzalı. Seyfi’yle konuşurken öğrendim; sevdiği yönetmenlerden biriymiş. Yan yana izledik filmi. Zarif, melankolik bir anlatıydı. Karlı kış günlerinde geçiyordu insancıl öykü. Karakterlerin, kendilerini anlatma derdi üzerineydi. Bunun ne kadar zor olduğu üzerine… Seyfi de ben de beğendik filmi. Üzerine konuştuk, gülümsedik. 
Şimdi düşünüyorum da, Seyfi bu zor meseleyi aşmış biriydi. Kendini ve önemsediği şeyleri anlatabilmeyi, en azından sezdirmeyi başarmıştı filmlerinde. Sonra, salondan bizi sokağa çıkaran aydınlıkta veda edip ayrıldık Seyfi’yle. Öylesine bir vedaydı. Hemen ertesi gün, hatta bir sonraki matinede görüşecekmişiz gibi sanki. Olmadı… Seyfi’yi güzel günler bekliyordu. Çok iyi filmler çekecekti, çok iyi öyküler yazacaktı, bir dolu önemli şey yapacaktı; eminim. Öyle bakıyordu her zaman: Bir dolu önemli şey yapacak insanlar gibi…
Hayata veda eden bu genç adamın ardından buna benzer çok şey söylenebilir. Benim söyleyeceğimse, onu her daim, hep ‘çok düzgün bir adam’ olarak hatırlayacağım… Işıklar içinde uyu Seyfi! 


12. ULUSLARARASI İZMİR FİLM FESTİVALİ

Belki şehre bir film gelir…

İzmir’de özellikle akşamüstü esen latif rüzgar, imbat… Costas Ferris ve Rembetiko grubu Cafe Aman. Kordon’da gece adımları; rembetiko sözcüğünün kökeni gibi; ‘hayal ederek gezen, dolaşan insan’ ve tabii gündelik hayatın sığlığına direnen mucize oluşlar: filmler… Festivalin kısa özeti… 1989’da ‘Sinema Günleri’ olarak başlayıp, 2000’e dek on bir yıl süreyle ‘Uluslararası İzmir Sinema Günleri’ olarak devam eden ‘güzel’ İzmir’in film festivali, verdiği on iki yıllık aranın ardından 21-28 Nisan 2012 tarihleri arasında yeniden düzenlendi. 12. Uluslararası İzmir Film Festivali’ndeydim bende. SİYAD jürisinde görevliydim üstelik. Sevgili meslektaşlarım ve dostlarım Burcu Aykar ve Çağdaş Günerbüyük’le birlikteydik. Kardeşim Murat Özer’de festivalin ana jürisindeydi. Değmeyin keyfimize. 
Dört yapraklı yonca gibi dolaştık İzmir sokaklarında. Karaca Sineması’na, İzmir Sineması’na, Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi’ne, Kordon’a, Kızlarağası Hanı’na, eski çarşıya, Kıbrıs Şehitleri Caddesi’ne, Alsancak’a, Balçova’ya, Konak’a, hatta Fuar alanındaki korku tüneline anılar bıraktık. Şehrin, izleyicinin, festivale, festival konuklarına ve filmlere olan ilgisine yakından şahit olduk. İzmir, film festivaline susamış. Artık asla ara vermeden sürdürmek gerekli bu şenliği. Festivali yeniden hayata kazandıran akademik öncü Dokuz Eylül Üniversitesi başta olmak üzere, herkese büyük sorumluluklar düşüyor. Ülkenin en önemli şehirlerinden birini, büyük eksiği olan film festivaline kavuşturmak öyle kolay şey değil elbet, ama öte yandan bir sorumluluk. Bu sorumluluğun altından kalkmayı başaran festival ekibi övgüyü hak ediyor. Şimdi yapılması gereken, yorulmadan, vazgeçmeden, yılmadan yürümeye devam etmek!
Gelelim filmlere… Uluslararası program şaşırtıcı derecede zengindi. Sinema tarihinin mücevherlerinden Georges Mélies’in 1902’de yönettiği ve 2010’da tümüyle restore edilen on dört dakikalık ‘Aya Seyahat / Le Voyage Dans La Lune’ ülkemizde ilk kez İzmir Festivali’nde sunuldu izleyiciye. Sokurov’un ‘Faust’u ve Scorsese’nin ‘George Harrison Fani Dünyaya Karşı / George Harrison: Living In The Material World’ adlı filmleri, 31. İstanbul Film Festivali’nin hemen ardından İzmir’in programındaydı. Lütfi Ö. Akad klasiklerinden ‘Vesikalı Yarim’ ve ‘Yalnızlar Rıhtımı’, Costas Ferris imzalı ‘Rembetiko / Rebetiko’, Nuri Bilge Ceylan’dan ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’, ‘Üç Maymun’, ‘Uzak’, Angelopoulos anısına ‘Kumpanya / O Thiassos’, Goran Paskaljevic’in ‘İyimserler / Optimisti’, Sırbistan yapımı ‘Komünist Sinema / Cinema Komunisto’, Alex de la Iglesia’nın ‘Talihin Böylesi / La Chispa De La Vida’, Kike Maillo’nun ‘Eva’ adlı filmleri ve daha birçok ilginç sürpriz, izleyicinin karşısına çıktı. 
İzmir coğrafyasının efsane akademisyenlerinden, sinema sevdalısı, sevilen isim Oktay Kutluğ’nun, ‘Akademi Onur Ödülü’nü alırken, dakikalarca ayakta alkışlanması, emeğe ve bilime verilen saygının göstergesiydi. Ulusal uzun metraj film yarışmasına katılan on film arasında; benim de yer aldığım SİYAD jürisi ödülü; Ruhi Karadağ’ın yazıp yönettiği ‘Simurg’ un oldu. Gerekçemiz özetliyordu filmi: ‘Bir tutam mavi uğruna verilen mücadelenin, gözü pek, emek yoğun ve duygu dolu belgesi olması nedeniyle’. On üçüncü festivalin hasretle beklendiğini önemle anımsatmak gerek! Gündelik hayata anlam katan ve dayanılır kılan oluşlardan biri olan sinemanın, dolayısıyla film festivallerinin arkasında durmak, ‘sinemadan çıkmış insanların’ sayısını arttırmak ve umut dolu, aydınlık günler için usanmadan, yorulmadan çalışmaya devam etmek gerek. Çünkü sokak, sinemadan çıkmayanlarla dolu… 


ARIZA AŞK

Lord Humungous ve dünya hali!

Film, fena ‘arıza’! Bir aşk ve dostluk öyküsü her şeyin ötesinde. Oldukça duygusal. Hiçlik ve boşluk üzerine doktora yapan insanlar. Alkol, uyuşturucu ve anlık hezeyanlar… Distopik bir fantezi. Tutku, inanç, ten, intikam, sadakat, sistematik problemler, ‘dünyanın sonu ve perde’. Kıyamet ufukta diyen iki dost; Woodraw ve Aiden. Ütopik ‘çete’leri ‘Mother Medusa’ hükmedecek yakında! Lav silahları filan imha ediyorlar. Patlayıcılar üzerine çalışıyorlar. Bir de havalı bir araba. ‘Mad Max’e tapmışlar. Dışardaki dünyanın da pek bir farkı yok, kült filmlerinde çizilenden. Sonra, Woodraw, ‘seni üzebilirim’ diyen serseri sarışın Milly’ye aşık oluyor. Ardından üçüncü şahıslar giriyor devreye. Hüzün doluyor perde! Grindhouse renk paleti, kirletilmiş lensler, yaratılmış odak sorunu! Hepsini, Eric Glodell tasarlamış. Yapımcı da o, yazan da. Yöneten, oynayan, kurgulayan… Yetenekli Bay Ripley gibi! Ama başka ne anlatacak bakalım hissiyatı filmin ardından. Aklında ne varsa anlatmış gibi çünkü. 
Tamamen otobiyografik sanki. Derin Amerika fonda. Siyaseten yerinde söylemler. Bir ülkenin, bir grup insanın, sosyo-ekonomik tablonun, yoksunluğun, yabancılaşmanın göbeğinde sert ama gerçek bir varolabilme romantizmi. Ruh altına uygun soundtrack, sonra ‘Milly’de acayip gerçek Jessie Wiseman. Kırılgan bir öfke. Kontrolsüz, yaralı, ürkek, kızgın! Fakat isyandan, emekten, devrimden yana geniş bir boşluk. Aşk ve dostluk; bütün bunlar olmadan yavan kalıyor çünkü. Yerel, kızgın ve hafif sığ… Çaba ise özgür ve kayda değer!

MURAT ERŞAHİN 

 

 



Diğer Yazılar