Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

16 MART 2018

15 Mart 2018 Perşembe 20:55
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Dördü yerli yapım; sekiz yeni film merhaba diyor vizyona. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! İyi seyirler herkese.


KAYBEDENLER KULÜBÜ YOLDA

-Pompaya devam!-

Tolga Örnek imzalı ‘Kaybedenler Kulübü’ 2011 yapımıydı ve 90’lı yılların ortalarında Kadıköy sokaklarının ve radyo dünyasının efsane ikilisi Kaan Çaydamlı ile Mete Avunduk’un aynı adlı programlarından ve gerçek hikayelerinden esin alıyordu! Kent FM’de yayımlanan programda ve meselenin odağında; derin sessizlikler, absürt yorumlar, ağırlıklı olarak Rock müzik, varoluş acısı ve baştan kaybetmişlerin halet-i ruhiyeleri vardı! İkiliye hayatı ve kadınları öğreten Kadıköy sokaklarıydı hemen her şeyin kaynağı!

Yedi yıl sonra çıkagelen devam filmi ‘Kaybedenler Kulübü Yolda’ adını taşıyor ve bu kez yönetmen koltuğunda, ilk filmin senaryosunu Tolga Örnek’le birlikte kaleme alan Mehmet Ada Öztekin oturuyor. ‘Martıların Efendisi’ adlı ilk uzun metrajının ardından ikinci yönetmenlik denemesinde senaryoyu da tek başına yazmış Öztekin. İlk filmin finalinde, kahramanlarımız Kaan ile Mete’nin birlikte karar vererek bitirdikleri radyo programlarından sonra yeni filmde iki sıkı dostun çıktıkları ‘yolda’ yaşadıkları ve bildik hayat algıları öykülenmiş. Nejat İşler ‘Kaan’a, Yiğit Özşener ise ‘Mete’ye hayat vermeye devam ediyorlar yeni macerada da! İlk filmin kilit karakteri, Rıza Kocaoğlu’nun canlandırdığı ‘Murat’, yine bizimle. Hande Doğandemir, Sarp Akkaya ve Merve Çağıran yeni maceraya eklenen yeni isimler.

Kaan ve Mete, Olimpos’ta Kadıköy’den arkadaşlarıyla yaptıkları tatil sonrası, motorlarıyla İstanbul’a doğru yola çıkarlar. Yerli ‘easy-rider’lar, Jack Kerouc’ın ‘yolda’sında değildirler tabii ama Jack Kerouc’vari bir yolculukta oldukları tartışılmaz! Yolda, beklenmedik misafirlerle karşılaşıp, yeni duygusal açılımlar, maceralar yaşayan ikili, dönüp dolaşıp kürkçü dükkânına geldiklerinde, kendi ‘standart’ gerçekleriyle yeniden yüzleşeceklerdir.

Yeni film, ilki kadar iyi. Hatta ilkinden daha başarılı kanımca. Varoluş acısıyla yüklü iki kafadarın ‘pompaya devam ederek’ kafalarına göre ‘takılmaları’, her türlü kibirden, bilmişlikten, küstahlıktan, körü körüne muhafazakarlıktan, bütün sistematik günlük oluşlardan uzak zira! Sistemin dayattığı ‘normal’ gidişattan başka bir yerde sürüp giden hayat algısı! ‘Kim lan bu Erol Egemen!’ durumu sürmektedir yeni filmde de ve 6.45 yayınlarına dosyalarını bırakan Tuna Kiremitçi, Murat Menteş ve Murat Uyurkulak gibi popüler, çok satan yazarların yeni dosyalarını, tembellik hakkını kullanan en kahraman editör Murat, ayrımcılık yapmadan sümen altı ediverir!

Aşk-meşk işleri arasında kendi hayati problemlerine çözüm üretmeme hakkını kullanan Burroughs, Kerouac, Ginsberg, Brautigan tayfası, ruh altlarına yerleşmiş Kadıköy hüznüyle yaşamak zorundadırlar. İlk filmdeki gibi şık bir soundtrack var yine perdede. Karşımızdaki, prensip olarak ‘düşünmeyenlerin’ filmi yine! (3,5 / 5)


TOMB RAIDER

-Özlemin eski tadı yok!-

Popüler video oyunu ‘Tomb Raider’ ve ünlü karakteri İngiliz maceraperest Lara Croft, beyazperdeye 2001 yılında uyarlanmıştı ilkin. Simon West imzalı filmde ‘Lara Croft’a hayat veren aktris, dönemin aranan yıldızlarından Angelina Jolie idi. Adeta Jolie ile bütünleşmişti karakter. 2003 yılında ‘Lara Croft Tomb Raider: The Cradle of Life / Lara Croft Tomb Raider: Yaşamın Kaynağı’ adlı ikinci filmi geldi fantastik ögelerle süslü avantür serinin.

2018 yapımı yeniden çevirimde Angelina Jolie, rolünü, Alicia Vikander’e devretmiş. ‘Ex Machina’, ‘The Danish Girl / Danimarkalı Kız’ gibi kalburüstü filmlerde izlediğimiz İsveçli aktris, gayet modern, taze ve fit bir Lara Croft olarak karşımıza çıksa da, gönül ve zihin, alıştığını; demode bir avantür örneği olsa da, orijinal filmin yıldızı Angelina Jolie’i arıyor perdede, elde değil! Eksantrik, maceracı, çok varlıklı, aristokrat bir babanın asi kızı Lara Croft, uzun yıllar önce kaybolan babasının özlemini çekmektedir. Doğu Londra’da yaşayan, bisikletle kuryelik yapan ve kirasını bile zorlukla ödeyen, amaçsız ‘takılan’ genç kız, babasının ansızın çekip gittiğini, en fenası; geri dönmediğini kabullenmediği gibi, bıraktığı mirası da reddetmektedir. Günün birinde babasının gizemini aydınlatmaya yarayacak şifre, Lara Croft’u Japonya yakınlarında bulunan gizli ve mistik bir adanın yollarına düşürür.

‘Tomb Raider’ olma yolunda, keskin zekası, gözü karalığı ve asi ruhu en büyük yardımcısı olan Lara Croft, yeni filmde, klasik avantüre egemen olmaya çalışan bir gerçekçilik rüzgarı estiriyor. Filmin Norveçli yönetmeni Roar Uthaug, fantastiğin üzerinde seyreden gerçekçi bir atmosfer yaratmak için hayli çabalamış. Teknik kalitesi ve yapım tasarımı da üst düzey filmin. 2006 tarihli korku-gerilim örneği ‘Fritt Vilt / Şeytanın Oteli’ adlı ilk uzun metraj kurmacası ile ismini duyuran Norveçli sinemacının gözü ve bilinci iyi. Fakat mesele, popüler bir video oyunundan uyarlanan aksiyonu yoğun avantürün gerçeklikle nerde ve nasıl buluşacağı. Hadi bu halloldu diyelim; acaba yakışacak mı? Sırada bir serüven gidişatı, bünyeye daha mi iyi gelir yoksa, mesele Lara Croft olunca? Bu tarz sorular arasında bir de o eski, bildiğimiz Lara Croft’u, yani Angelina Jolie’yi göremeyince perdede; elde olmayan bir yabancılaşma yaşıyor bünye. Dominic West, Daniel Wu, Walton Goggins, Kristin Scott Thomas ve dev aktör Derek Jacobi, Vikander’in yeni çevirimdeki rol arkadaşları. (2,5 / 5)


STALİN’İN ÖLÜMÜ

-‘Koltuk kimin’ kavgası-

İngiltere-Fransa-Belçika ortak yapımı kara komedi, Stalin’in son günleri, ölümü ve ölümünün ardından ortaya çıkan kaotik boşluğu doldurma çabasını öykülüyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında yirmi milyon vatandaşının kaybına rağmen, Nazilere karşı direnerek, Faşist Almanya’yı durdurmakta önemli rol oynayan, tarihin gidişatına imza atan, fakat ülkesini otuz yıl boyunca boğucu bir baskıyla idare eden Sovyet lider Josef Stalin’in 1953 yılındaki ölümünün ardından koltuğu kimin devralacağı olacağı üzerine akla gelmedik her türlü hamle, ayak oyunları ve otorite boşluğunu bir an evvel doldurma hevesindeki dönemin siyasi figürleri.

İtalyan baba ve İskoçyalı annenin oğlu olan 1963 tarihli kıvrak zekalı, yaratıcı senarist-yönetmen Armando Iannucci’nin yönettiği siyasi dozu yüksek mizah, Fabien Nury’nin orijinal fikri ve Nury ile Thierry Robin’in aynı adlı karikatür kitabından uyarlanmış perdeye. Güç ve iktidardan herkesin büyükçe bir parça istediği siyasi kavganın gerçek tarafları ve tarihi figürleri beyazperdeye yansıyorlar bir bir. Stalin’in vekili Georgy Malenkov, genel sekreterliği koruma çabasındayken, zalim istihbarat şefi Lavrenti Beria, komitenin başkanlığını yürüten Nikita Kruşçev, dışişleri bakanı Vyaçeslav Molotov, askeri deha Mareşal Zhukov ve diğerleri müthiş bir mücadelenin içine girerler. Stalin’in melankolik kızı Svetlana, alkol müptelası delişmen ve dengesiz oğlu Vasily ve neredeyse bütün mülki ve askeri erkanın gözleri önünde.

Sekreterlik koltuğunu doldurmak için verilen mücadele, kara mizaha yedirilmiş, oldukça sert bir eleştiri olmuş. Hatta final sahneleri, sert bir dram olarak da algılanabilir. Tarihi gerçekler ışığında anlatılmış, bazı eklemeler ve hayali hamlelerle dolu film, Rusya’da yasaklanmış. Stalin’in diktatörlüğünü ve bu erkin tesisi yolunda her yolu mubah gören gelişmelerin öykülendiği senaryo, Stalin’e ve dönemin Sovyetler siyasetine tek ve yanlı bakıyor orası gerçek, fakat Stalin’in bildik sert, adaletsiz rejimini eleştirmek de bir hak öte yandan. Tartışılabilir film, bazı sahneleri ve akıl yüklü diyaloglarıyla çok güldürüyor fakat büyük resim üzerine çok fazla aksi eleştiri de getirilebilir.

Çok iyi bir oyuncu kadrosu yer alıyor filmde. Steve Buscemi, İngiliz tiyatrosunun usta isimlerinden Simon Russell Beale, Jeffrey Tambor, Jason Isaacs, efsane komedi grubu Monty Python’un kurucularından Michael Palin, Paddy Considine, Adrian McLoughlin, Tom Brooke, Andrea Riseborough, Rupert Friend ve çekim alanı güçlü aktris Olga Kurylenko, müthiş kadroyu oluşturan isimlerden öne çıkanlar. Mizah dozu yüksek, politik satir, tarihe, mevzuya ve politikaya meraklı izleyicileri için ilgiye değer. Üzerine konuşulacak, değinilecek, eleştirilecek yanları da az değil hani. (2,5 / 5)


ÖLDÜRME ARZUSU

-İnandırıcılıkta sorun var!-

Sinemalarımızda ‘Yara’ adıyla vizyona girmiş 1974 tarihli Michael Winner filmi ‘Death Wish’, yeniden çevirimiyle perdede. Yeni filmin yönetmen koltuğunda gerilim-korku türünün iddialı isimlerinden Eli Roth oturuyor. Brian Garfield’ın aynı adlı romanından 1974’de Wendell Mayes tarafından yapılan aynı uyarlamaya, yeni senaryoda Joe Carnahan dokunmuş. Carnahan-Roth ikilisine rağmen yeni çevirim, orijinalinin ne denli iyi bir ‘tür / alt tür’ örneği olduğu gerçeğini anımsatıyor sadece!

Ailesine yapılan vahşi saldırı sonucu, kanunları boş verip kişisel adaleti sağlamak adına intikamını almaya koyulan Paul Kersey’in hikayesi izlediğimiz. Chicago’lu başarılı bir cerrah olan Paul Kersey, kendi doğum günü akşamı hastanede görev başındayken, evde bir başlarına olan karısı ve kızına yapılan saldırı sonucu büyük bir trajediyle yüzleşir. Eşi öldürülmüş, kızı da ağır yaralı olarak getirildiği hastanede komada yaşam savaşı vermektedir. Hayatını değiştiren saldırının ardından, kanundan yanan beklediklerini bulamayan acılı doktor, silahlanır ve ne pahasına olursa olsun, intikamını almak için harekete geçer.

Ölüm ve cezalandırma makinesine dönüşen ve kapüşonlu eşofman üstüyle, kameralara eşkâlini vermeden, sokaklarda bütün hızı ve acımasızlığıyla süren suç dalgasına karşı savaş açan Paul Kersey, kamuoyu tarafından Azrail adıyla nitelendirilmeye başlamıştır. Suç oranının günden güne arttığı şehrin tekinsiz sokaklarında yeni bir ceza verici dolaşmaktadır artık!

Orijinal filmde Charles Bronson’un canlandırdığı mimar Paul Kersey karakteri, yeniden çevirimde Doktor Paul Kersey olmuş ve karaktere Bruce Willis hayat vermiş. Orijinal filmdeki Paul Kersey’in ‘cezalandırıcı’ olma yolunda güdülenmesi ve bu yolda attığı adımlar daha derin ve detaylı anlatılmıştı. Yeni filmde hemen bütün karakterler ve gelişmeler, bir ‘oldu bitti’ye kurban gitmiş. İlk filmin çok sert ve izlemesi güç saldırı sahnesi, bu kez oldukça hafifletilmiş ve filmin bütününe, gerçeklikle ilgisini koparmış, baştan savma bir grafik şiddet hakim olmuş. Bruce Willis, sadece Charles Bronson’u özlememize neden oluyor! Vincent D’Onofrio ve Elisabeth Shue ise kadroyu oluşturan diğer ünlü isimler. Kanunları görmezden gelip, kendi kanununu uygulama meselesi üzerine çok tartışma yaratan ilk filmin dokusu, yapım kalitesi, derinliği ve sürükleyiciliği maalesef yeni yapımda yok. Yine de yetmişlerin aksiyon-suç filmlerini yad etmek ve Michael Winner sinemasını yeniden keşfetmek için izlenebilir. (2 / 5)


ENTEBBE’DE 7 GÜN

-Barış hayal mi?-

Temmuz 1976’da Tel Aviv’den Paris’e, Atina üzerinden uçan Air France yolcu uçağının hava korsanları tarafından kaçırılması ve İsrail hükümeti tarafından yürütülen kurtarma operasyonunun gerçek hikayesi.

İkisi Filistinli, ikisi Baader Meinhoff örgütü sempatizanı iki Alman tarafından kaçırılan uçak, Uganda’nın Entebbe Havalimanına indirilir. Uçaktaki iki yüz kırk sekiz yolcu, siyasi bir eylemin dehşeti içinde korku dolu günler geçirirler. Hava korsanları, ellerindeki rehinelere karşılık, çeşitli ülkelerde tutuklu bulunan elli üç Filistinli mahkumun serbest bırakılmasını talep etmektedirler. Uçaktaki vatandaşları ayrı bir yere ayrılan ve direkt tehdit altında olan İsrail hükümeti, diplomatik çözümden yana değildir. Terörist olarak niteledikleri hava korsanlarına karşın, rehine olan vatandaşlarını kurtarmak adına, tarihe, bilinen en başarılı baskınlardan biri olarak geçecek planı uygulamaya koyulurlar.

İngiltere-ABD ortak yapımının yönetmen koltuğunda oturan isim, ‘Tropa de Elite / Özel Tim’ filmi ile 2008’de Berlin’de ‘Altın Ayı’ kazanan Brezilyalı José Padilha. Gregory Burke’nin yazdığı senaryo, tarihi gerçekleri göz önünde bulundurularak kaleme alınmış. Başrollerde Daniel Brühl, Rosemund Pike, Eddie Marsan, Lior Ashkenazi ve Denis Ménochet’in yer aldığı tarihi dram, Uganda diktatörü Idi Amin’den, sonraları bir suikasta kurban gidecek dönemin İsrail başbakanı Yitzhak Rabin’e ve gelecekte İsrail Cumhurbaşkanı olacak Shimon Peres’e dek birçok politik ve tarihi figür barındırıyor içinde.

İnsan hayatı karşısında müzakereye kapalı olan ‘değerler’, Idi Amin’in çıkarcı işbirliği, Alman hava korsanları üzerinden romantikleştirilen küresel devrim düşüncesi ve barışın sağlanması en zor kavram oluşu gerçeği üzerinden tarihi bir kurtarma operasyonunun insancıl fakat mesafeli, renksiz ve hafif ‘yanlı’ tablosu perdede duran. Öyküde yer verilen ve odakta olan modern teatral dans koreografisi, damakta keçiboynuzu tadı bırakan yapımın kuşkusuz en seyre değer özelliği. (2,5 / 5)



Burçin Aydın ve Bülent Aydoğan’ın birlikte yönettikleri, Sermiyan Midyat ve Naz Elmas’ın başrolleri üstlendikleri ‘Tut Yüreğimden Anne’ adlı dram ile birlikte iki komedi; Hakan Algül imzası taşıyan, başlıca rollerinde aynı zamanda senaryoyu da yazan Şahin Irmak’la birlikte, İrem Sak, Gonca Vuslateri ve Emre Karayel’i izleyeceğimiz ‘Düğüm Salonu’ ile Ozan Denklik’in yazıp yönettiği ‘Ne Var’, haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenileri. İyi seyirler tekrar herkese! MURAT ERŞAHİN









Diğer Yazılar