Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

11 ARALIK 2020

11 Aralık 2020 Cuma 08:07
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında. 

Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yaklaşık beş ay önce yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının yılsonuna dek kapalı olacağı açıklandı. Umuyoruz sağlıkla açılır perdeler en kısa sürede. Şimdi kendimizi ve sevdiklerimizi pandemiden korumak, umutla beklemek zamanı.

Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyorum. Mart-Nisan-Mayıs-Haziran-Temmuz-Ağustos-Eylül, Ekim, Kasım ve nihayet Aralık aylarında, köşemde yazdığım eski yazıları… Bu hafta, 2008 ve 2009 yıllarının Aralık ayını ziyaret ediyoruz. O yılların Aralık ayında sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor… 

Sinema salonlarına bir an evvel ‘temelli ve sağlıklı biçimde’ dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese iyi seyirler, sağlıklı günler!

Bu arada vizyon madem filmsiz, evlerdeyiz; her hafta naçizane iyi filmler ve diziler önermek isterim sizlere… ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendikleri…

ÖNCE TAVSİYELER…

Filmler

Mank (Yönetmen: David Fincher) 1930’ların Hollywood’u. Efsane senarist Herman Mankiewicz. ‘Yurttaş Kane’ ve Orson Welles…

Sound of Metal (Yönetmen: Darius Marder) Bir heavy metal davulcusu duyma yetisini yitirince… Çok sıkı!

The Wolf of Snow Hollow (Yönetmen: Jim Cummings) Gerçek bir sürpriz. Türler kırması. Korku arası kara mizah! Yetersizlik üzerine her şeyden önce!

I’m Thinking of Ending Things (Yönetmen: Charlie Kaufman) Charlie Kaufman, enfes bir roman uyarlamasına aynı ustalıkla imza atmış. Ah varoluş… 

The Trial of the Chicago 7 (Yönetmen: Aaron Sorkin) Usta kalem Sorkin’in yazıp yönettiği tarihi dram, 1968 yılı Demokratik Parti Ulusal Konferansı’nda Vietnam Savaşı ve karşı kültür protestoları düzenleyen ve federal hükümet tarafından komplo ve ayaklanmaya teşvik ile suçlanan yedi sanığın 1969 yılında görülen meşhur duruşmasına odaklanıyor.

Nimic (Yönetmen: Yorgos Lanthimos) –( Kısa Metraj) Ayrıksı usta Lanthimos, bu kez kısa metrajda döktürmüş… Bir ben vardır bende benden içeri… Karanlık varoluşumuz ve kimlikler üzerine.

Diziler

The Undoing (Yönetmen: Susanne Bier) Son ana kadar katil kim sorusuyla didişip duracağınız derinlikli bir suç dramı! Nicole Kidman, Hugh Grant, Noah Jupe, Edgar Ramirez ve dev aktör Donald Sutherland eşliğinde bir zihin egzersizi adeta. Yönetmen koltuğunda Susanne Bier oturmakta!

Mindhunter (Yönetmen: David Fincher / 2017-2019) David Fincher imzalı müthiş bir karanlık! 70’lerin sonu. Seri katil kavramına yakından bakış! İki FBI ajanı tedirgin edici gerçekliği kaşırlarken… Modern zamanların TV Klasiği kesinlikle!

The Haunting of Bly Manor / The Haunting: Bly Malikânesi (Mike Flanagan) Lanetli bir malikâne, Değişen dadılar, farklı karakterler, canlılar ve hayaletler… Ham korku ve ürperti. 

Uzaylıların Dünyaları (Bilim ve Doğa Belgeseli) Gezegenimizdeki hayatın temel yasalarını galaksinin geri kalanına uygulayan belgesel, diğer gezegenlerdeki canlıların yaşamını düşlemek için bilim ile kurguyu bir araya getiriyor.

The Queen’s Gambit (Yönetmen: Scott Frank) Bir yetimhanede parlayan keşif. Satranç yeteneğini bekleyen mücadele. Bedeller ve hayat! Scott Frank yönetmiş. Satranç meraklıları ayrıca mest olabilir!

The Alienist / Ruh Avcısı (Yönetmen: David Caffrey / 2018-2020)  1800’lü yılların hemen sonunda New York’dayız. Suç üzerine uzman psikolog ve gazeteci arkadaşı, karanlık cinayetleri aydınlatma gayretindeler. Kapkara!

 

Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Aralık 2008

45. ALTIN PORTAKAL’IN ARDINDAN 

Festivale bir bakış…

45. Antalya Altın Portakal Film Festivali bu yıl gerçekten dopdoluydu. Ulusal yarışmada yer alan önemli yerli yapımlar, birbirinden iyi yabancı filmler ve ünlü konuklar… Kapanış töreninde ödülünü aldıktan sonra sahneyi ‘Keyser Söze’ adımları ile terk eden büyük usta Kevin Spacey, ‘The Wrestler’ ile kariyerinde yeni bir çıkış arayan ‘düşer gibi olmuş’ ünlü yıldız Mickey Rourke, çok güzel ve yetenekli Marisa Tomei, iyi ve ‘farklı’ aktör Adrien Brody, ağırbaşlı, düzgün, ‘solcu’ bir usta Danny Glover, entelektüel ve sıcakkanlı başka bir yetenek Matthew Modine, asla yaşlanmayacak dev aktör Maximilian Schell, kapanış töreninde, birçoklarında göremediğimiz güzel Türkçesiyle unutulmaz bir şov yapan İstanbul doğumlu karakter oyuncusu Tchéky Karyo, ciddi karizma Michael Ironside, tabiata karşı gelen özel güzeller Jacqueline Bisset ve Bo Derek… Mütevazı kişilikleri ile yıldız kavramı üzerine düşündüren bu isimler arasında on günden fazla geçirmek gerçekten hoştu… SİYAD’ın, biz sayıları kırkı bulan üyeleri, yine unutulmaz anlarla dolu bir ‘sinema yazarı bayramı’ yaşadık sonuç olarak… Uzun metrajda Altın Portakal için yarışan 16 yerli film arasında en çok ‘Süt’ü beğendim. Geçtiğimiz yılın galibi ‘Yumurta’ kadar beğeni toplamadı Semih Kaplanoğlu’nun üçlemesinin ikinci ayağı… Böylesi bir durum Kaplanoğlu’nun önceki filmlerinden ‘Meleğin Düşüşü’nde de yaşanmıştı. Birçokları filmi sıkıcı bulurken, ben çok özel bir film olduğunu düşünmüştüm. (Bu durum, üzerine ayrı bir yazı yazılabilecek farklı bir tartışma. Konuya geri dönelim.) Meselesi, plastiği, oyunculuğu, anlatımı, her şeyi yerli yerindeydi ‘Süt’ün. Çok çalışılmış, özenli ve güçlü bir filmdi. Hele o bir ışık huzmesiyle sona eren bilinçli proleter selam yok mu… ‘Pandora’nın Kutusu’ Yeşim Ustaoğlu’nun en iyi filmi bence. Mutsuzlukları ve yenilgileriyle baş etmeye çalışan, sıkışmış, tıkanmış üç kardeşin, Batı Karadeniz’de yaşayan Alzheimer hastası anneleriyle yeniden bir araya gelmelerini, yalın ve gerçekçi bir dille anlatıyordu Ustaoğlu. Sıradan insanın umutsuz ve yenik güncesiydi film. Nuri Bilge Ceylan’a Cannes’de ‘En İyi Yönetmen’ dalında Altın Palmiye kazandıran ‘Üç Maymun’, enfes görüntüleri, ustalıklı anlatımı ve oyunculuklarıyla –ki genç aktör Ahmet Rıfat Şungar özellikle çok iyiydi- yarışmanın en iddialı filmiydi. Fakat öykünün merkezindeki ailenin, mesela annenin; sınıfsal bir oturmazlığı var gibi geldi bana. ‘Bu işler sanki böyle değil’ diye düşündüm, filmi izlerken. ‘Üç Maymun’un güçlü ve iyi bir sinema olduğu gerçeğini ise asla yadsımadım. Reha Erdem, ‘Hayat Var’da yeni bir ‘proje’ye soyunmuş. Yepyeni, yaratıcı bir ses çalışmasıyla cesur bir filme imza atmış. Bresson’un ‘Mouchette’si Erdem yorumuyla karşımızdaydı. Müthişti kanımca. Altın Portakal’ın galibi ‘Pazar-Bir Ticaret Masalı’, kapitalist ahlakın, yoksulluk ve çaresizlik çıkmazlarını kullanarak küçük insanın vicdanını yok edip, onu ‘başka bir şeye’ dönüştürmesini resmediyordu. ‘En İyi Erkek Oyuncu’ seçilen Tayanç Ayaydın’ın gerçekten iyi performansı, ayrıntılar ve genel doku, ‘eli yüzü düzgün’ dedirtiyordu insana. Sadece o kadar ama. Derviş Zaim’in ‘Nokta’ ile kazandığı ‘En İyi Yönetmen’ ödülü, geç kalmış bir ödüldü. Katıldığı önceki festivallerde bulamadığını Antalya’da buldu Zaim. Erden Kıral, ‘Vicdan’da iyi bir yönetmenlik sergiliyordu. Zülfü Livaneli imzalı iddialı müziği, fonda makul biçimde kullanarak öne çıkarmıyor, oyuncuları iyi yönetiyordu. Fakat fazla hızlı kurgusu ve boşluklu, hafif sorunlu öyküsüyle, içerdiği yoğun hisleri ve durum tespitini perdeden izleyiciye olabildiğince yansıtamıyordu film. Yenilikçi olmaya çalışan, iyi niyetli bir çabaydı ama ocaktan çabuk alınmış bir tadı vardı. Ulusal yarışmada yer alan diğer yerli filmleri ve ilk anda değindiğim bu yedi filmi, sadece onlara ayırdığım bir yazıda genişçe ele alacağım. Tartışılan jüri kararları üzerine söyleyeceğim, jürinin beni de şaşırttığı. Aslında, genel anlamda jüri mevzuu üzerine daha önce görüşlerimi belirtmiştim. Ama bir jürinin sinema beğenisi ve seçimlerinin, o yarışma üzerindeki etkisini en açık biçimde gösteren festival buydu sanıyorum. Bu yılki Antalya jürisi, belli bir sinema anlayışının ürünlerini açıkça görmezden geldi, beğenmedi. Tercihini hafif konvansiyonel, daha ziyade ‘başka’ bir sinema lehine kullandı. Hep dediğim gibi, ‘herkes kendi jürisini arar’… (SİYAD jürilerinin, ‘bizimkilerin’ seçimleri ise, geceyi kurtarıyordu.)

Bu yıl izlediğim ve birçoğu yakında vizyona girecek olan yabancı filmler de çok dikkat çekiciydi. Dardenne kardeşlerin Cannes’den ‘En İyi Senaryo’ ödülüyle dönen yeni filmleri ‘Lorna’nın Sessizliğ’, kendi halinde, mütevazı bir tespit filmiydi. İçinde nefes aldığımız gezegenin düzenine küfür ediyordu film. Adaletsiz, delirmiş, kudurmuş kapitalizmin insanı yok edişini Avrupa’nın orta yerinde her gün yüzlercesi yaşanan bir öyküde anlatıyordu iki kardeş. Film, yüreğe oturup kalıyordu. Norveçli usta Bent Hamer, ‘Yumurtalar’ ve ‘Mutfak Hikâyeleri’nden sonra, yeni filmiyle beni yine büyüledi. Emekli tren makinisti Bay ‘O’Horten’in öyküsü, kapkaranlık ama sıcacıktı. İnsan yalnızlığı ve gerçekliğiydi Hamer’in sineması. Anime ustası büyük bilge Miyazaki’nin ‘Küçük Denizkızı Ponyo’su naif bir masaldı. Sevgiyi yüceltiyordu ve insan olabilmenin tek koşulu olduğunu öne sürüyordu herkeste olmayan bu duygunun. Olabildiğine sevimli çizgilerle… Bu yılın Altın Palmiye galibi ‘Sınıf’, ‘İş Yok Zaman Çok’ filmiyle takipçisi olduğum Laurent Cantet’in ne denli önemli bir yönetmen olduğunun somut kanıtıydı. ‘Ne zor ve mükemmel bir iş’ diye geçirdim içimden, son yazılar perdede akarken… Politik, toplumsal, ekonomik, yaşanan gerçekliğe ait ne kadar konu varsa, bir sınıfın içinde izliyorduk bütün bunları. Öğretmen gerçek, öğrenciler gerçek, mesele gerçek, sinema gerçekti… Nobel ödüllü Portekizli yazar José Saramago’nun çarpıcı romanı ‘Körlük’, ilk okuduğumda ‘sinemaya uyarlansa ne kadar iyi olur. Ama bence çok zor’ dediğim çok özel bir kitaptı. ‘Tanrıkent’i beyazperdeye armağan eden Brezilyalı yürekli sinemacı Meirelles, zorluğun üstesinden gelmeyi başarmış. Belki biraz iddialı olacak ama beyazperdeye ‘en uymuş’ edebiyat uyarlamalarından biri oldu ‘Körlük’. Adı olmayan kişilerin evrensel dertleri, yaşadığımız ‘liberal’ demokrasinin sıradan insanları sürüklediği kaos, olağanüstü bir görsellikle yansımıştı perdeye. İnsanı allak bullak eden minik başyapıt, başta Julianne Moore olmak üzere bütün oyuncularının performansı, teknik yetkinliği –bütün o mercek kullanımı-, usta anlatımıyla üzerinden yıllar geçse de unutulmayacak cinsten. ‘Arjantin Öyküleri’ ve ‘Bombon, Köpek’le içimizi ısıtan ve tarifsiz hüzünlendiren Arjantinli Carlos Sorin, en iyi filmiyle festivaldeydi. Yönetmenin bir şiir tadındaki filmi ‘Pencere’, sessiz, usulca gelip geçti perdeden. Ölmek üzere olan yaşlı bir adamın son gününü anlatıyordu Sorin. Yıllardır özlemle beklediği oğlu, piyano akortçusu, bakıcıları, çevresi ve onu kuşatan; hatırladığı o ilk ve en tatlı anısı… İnsan olmanın acemi telaşı… Gelip geçerken senden kalanlar ve senle gidenler… Bence, çağın en önemli yönetmenlerinden biri olan Woody Allen, çoğunluğu İspanya’da geçen yeni filmi ‘Vicky Christina Barcelona’da ‘hayatta’ olup olmadığımızı soruyordu bize… Javier Bardem’in tuhaf manyetiği etrafında dönen üç güzel, Scarlett Johansson, Penélope Cruz ve Rebecca Hall eşliğinde hüzünle gülümseten nefis bir yolculuğa çıktık. İspanyol gitar, Gaudi, şarap, aşk, tutku ve dışardan baktığınızı fark ettiğiniz ‘hayat’. Hayatta olmanın keyifli yanları vardı ve katlanılması zor acıları… Nefes alıp vermekle, dibine kadar yaşamak arasında pek bir fark yoktur diyordu Allen. İkisinde de bolca hüzün, yalnızlık ve acı vardır. Hayatta olanlar tutkularını beslerler hepsi o… Salondan çıkarken, kendime bir daha bakıp fark ettim ki; gerçekten, ‘yaşam başka yerdeydi’ ve kim mutluydu ki sonuçta… 80’li yılların ünlü yıldızı, ‘serseri’ aktör Mickey Rourke, Venedik’te ‘Altın Aslan’ kazanan ‘Güreşçi’ ile Antalya’daydı. Darren Aronofsky imzalı dram, Rourke’un yeniden çıkışıydı. Yaşadığı hızlı ve farklı yaşam yüzünden ayakta durmakta zorlanan aktörün, iç yaralayıcı bir hali vardı ama bir nevi kendini canlandırdığı filmde yeniden ‘ben de varım’ diyordu; hiç uzaklaşmadığını düşündürürken akıp giden son jenerikler eşliğinde… Gelelim festival boyunca beni en çok etkileyen, en beğendiğim filme: ‘35 Tek Rom’… Yalınlık ve sadeliğin babası, minimal sinemanın öncüsü büyük usta Yasujiro Ozu’nun 1962 tarihli son filmi ‘Sanma no aji’nin serbest bir uyarlaması, Japon sinemacıya bir saygı duruşu olan film, ayrıksı Fransız yönetmen Claire Denis imzalıydı. Fransız işçi sınıfından bir baba kızın ilişkisiydi izlediğimiz. İnsani duyguların özenli tahlili… Bir röntgen filmi gerçekliğinde, yalın, güçlü bir anlatımla baba ve kızını, onların dostlarını, zorlu yaşama karşı birlikte duruşlarını, dayanışmalarını, aşklarını izledik. Yağmurlu gecede sığınılan o bar sahnesi, şefkat, öfke, kıskançlık ve sevginin en gerçek, ham hali… Yaşama dair hemen her ayrıntıyı büyük bir ustalıkla perdeden akıtan öykü… Gözyaşlarımı uzun süre tutup engelledikten sonra dayanamayıp kendimi koyuverdiğim o son sahne: Pirinç pişirme tenceresi… Filmden sonra, kızımı düşünerek yaptığım uzun yürüyüş. Kendimi yeniden iyi hissetmem… Festivalin kuşku yok en ünlü siması, konakladığımız otelin dünyaca tanınmış, dokuz dilde ‘merhaba, ne istersiniz’ diyebilen, en kahraman omletçisi, sevimli aşçısıydı. Bir sabah; bana serzenişte bulundu: ‘Yahu’ dedi, ‘biz hep ünlüler kortejini bekledik ama çok ünlü göremedik…’. ‘Sizden ünlüsü mü var dedim; bakın yanımızdaki Japonlar fotoğrafınızı çekiyor’. Pek oralı olmayarak, ‘evet’, dedi. ‘Birazdan imza da isterler. Ama imza verme alışkanlığım yok.’ Yönetmenlerin aradığı en ‘hayati’ tip şu an karşımda omlet pişiriyordu ve sinema bilindiği üzere fena halde benzeşiyordu gerçek hayatla… Antalya’ya gelecek yıla dek veda edip terk ederken şehri, sırt çantama ne zaman koyduğumu unuttuğum portakalı gördüm; uçakta not almak için kalem ararken… Çantanın karanlığında parlayan bir altın portakaldı o da…  

 

Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Aralık 2009

DOĞU AVRUPA’DAN İPEK YOLU’NA

Cottbus sokaklarından Bursa avlularına

Doğu Avrupa’nın en zarif ve ‘ilginç’ kentlerinden biri Cottbus… Berlin’den 120 km. Polonya sınırına, doğuya doğru gidiyorsunuz ve sınıra 25 km. kala, eski Doğu Almanya topraklarında yer alan, Brandenburg eyaletine bağlı, nüfusu 120.000 civarında olan Cottbus kentine varıyorsunuz. Brandenburg hanedanlığının aristokrat geleneğiyle, sosyalist eğitim-ahlak anlayışını bünyesine yedirmeyi başarmış, yaklaşık 8 yüzyıl önceden gelen kültürel birikimiyle çok özel bir kent Cottbus. Görülesi mimarisi, akla durgunluk veren büyüklükteki yemyeşil parkları, göletleri, kaldırım taşlı cadde-sokakları ve sosyo-kültürel yapısıyla gerçekten ilginç bir yer… Hemen her sokağın başında bir kitapçı dükkânı, bir resim-heykel-fotoğraf sergisi, bir opera, bale, tiyatro gösterisiyle karşılaşıyorsunuz. Modern sanatlar da, kentin iddialı olduğu dallardan biri. Ve tabii ki ‘sinema’… ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ için kutsal ve büyülü olan bu sözcük, beni Cottbus’a götüren neden oldu. Bu yıl 19.’su düzenlenen Avrupa’nın en prestijli festivallerinden birinde, Doğu Avrupa sinemasının en önemli festivalinde, kalbinde bulunmak, gurur verici olduğu kadar heyecan yüklüydü benim için. Uluslararası Film Eleştirmenleri Federasyonu (FIPRESCI) jürisinde yer alıyordum. Jüri arkadaşlarım, aynı zamanda meslektaşlarım, zor rastlanan bir salon adamı olan, kelli felli jüri başkanımız, Bulgar Profesör Alexander Yanakiev, ev sahibi Doğu Alman kökenli ‘fırlama ruhlu’ Ingrid Beerbaum, muhtemelen dünyanın en sevimli kadını olan Hırvat Jelena Jindra ve birçok ortak şarkı, şiir ve romanı paylaştığım Gürcü Salome Kikaleishvili’ydi… Bu arada festivalin onursal başkanından da mutlaka bahsetmeliyim. Bir sabah kahvaltısında tanıştığım, ‘bana portakal sularının asla eskisi kadar lezzetli olmadığını’ söyleyen mütevazı adamdan. Dev bir yönetmenden, bir sinema aşığından, ‘Mephisto’ ve ‘Albay Redl’ denince akla hemen gelen isimden, István Szabó’dan… Karşınızda gördüğünüzde ister istemez toparlanıp, ceketinizi ilikleme gereği duyacağınız biri 1938 doğumlu bu sinema aşığı… Kendisine, ‘dışarıdaki sinemadan çıkmamış insanlardan’ bahsedip, bu yüzden sinemanın çok önemli olduğunu dile getirdiğimde beni ‘gerçekten’ anlayan ender kişiliklerden biri oldu Szabó. Eski kentin görkemli ve geçmiş anların büyüsünü her köşesinde barındıran meydanında sabah yürüyüşlerimizi yaparken, sadece sinemadan değil, futboldan, edebiyattan, müzikten, kadınlardan, politikadan, sosyalizmden, insan yüreğinden, çocuklarımızdan, eşlerimizden, eski sevgililerden, bahar rüzgârından, olmayan Alman mutfağından, patatesin zararlarından, bisikletlerden, yağmurdan, pişmanlıklardan, mimariden, tarihten, güvercinlerden, taaret musluksuz Avrupa tuvaletlerinden, uçaklardan, sanırım hemen her şeyden konuştuk… Bu bilge adam, gerçek bir sanatçıydı. Çünkü insandı her şeyden önce… Jüri başkanımız Alexander, on film seyretmemiz gerektiğini ve karar toplantısını en son filmden sonra yapmamızı teklif etti. Aralarda, filmler üzerine konuşup, anlık kararlara varmanın on film için doğru olmadığına hep birlikte karar verdik. Yarışma filmleri başlamadan önce festivalin açılışı, muhteşem bir binada, her yanı tarih kokan zarif bir tiyatroda, ‘Staatstheater’da yapıldı. Bir film festivali açılışının nasıl yapılması gerektiği konusunda bir ders niteliği taşıyan açılış gecesine tanık olmak çok önemliydi gerçekten. Muhteşemlik, zarafet ve tevazuunun buluştuğu gecenin açılış filmi, aynı zamanda dünya prömiyerini yapan Almanya-Rusya ortak yapımı Michael Hoffman imzalı ‘The Last Station’dı. Dev yazar Tolstoy’un son günlerinde, en yakınlarıyla, özellikle eşiyle olan fırtınalı ilişkileri vardı perdede. Sevmenin ve kabul etmenin ne olduğu üzerine etkileyici bir şiir olan filmin başrollerini üstlenen Helen Mirren, Christopher Plummer ve James McAvoy, aynı zamanda tarihin loş odalarında gezdiriyorlardı izleyiciyi. Uzun süre alkışlanan filmden sonra, derin Cottbus’a dalıp, Doğu Avrupa gecelerinin ritmini gözlemlemeye başladım. Yarışmada yer alan filmlere gelince… FIPRESCI ödülü, hepimizin ortak kararıyla; Hırvatistan yapımı, ‘Crnci / The Blacks’ın oldu. Zvonimir Juric ve Goran Devic’in birlikte yönettikleri kapkara film, bıçak sırtı bir hikâye anlatıyordu özünde. Karanlık, umutsuz ve gerçeküstü öğelerle yüklü öykü, neredeyse kusursuz bir plastikle bambaşka bir atmosfere sürüklüyordu sizi. Acı, pişmanlık, anlamsızlık ve çıkışsızlık, neden savaşıldığını unutturan bir coğrafyada hastalıklı ruh hallerini ve derin çıkmazları, bazı anlar keskin bir ironiyle taşıyordu perdeye. Ana jüri tarafından ‘en iyi film’ seçilen Sırbistan-Fransa ortak yapımı ‘Ordinary People’, bizimde üzerinde tartıştığımız filmler arasındaydı. İyiydi kuşkusuz. Sert, gerçek ve tavizsizdi ama sineması, büyüsü ve hafif aritmetik öyküsü ile bizim seçimimizin gerisinde kaldı. 90’ların sonunda madencilikle geçinen bir Rus kasabasında geçen yürek parçalayan ‘Buben Baraban’,yine yarışmanın en iyi filmleri arasındaydı. Üç yönetmenli Rusya-Japonya-Kanada ortak yapımı animasyon ‘Pervyy Otryad / First Squad: The Moment of Truth’, savaşın ve kötülüğün kökenlerini felsefi bir masalla arıyor ve özellikle genç seyirci tarafından alkışlanıyordu. Polonya yapımı ‘Galerianki / Shopping Girls’, başrolü üstlenen müthiş güzel ve yetenekli genç oyuncusuyla, içinde yaşadığımız günlerin ne derece yoz, berbat ve çıldırmış olduğunu olanca sert bir kroşe ile suratımızın orta yerine vurmayı başardı. ‘Hıçkırık’ ile ‘Taxidermia’ filmlerinden tanıyıp, eyvallah dediğimiz kaliteli yönetmen György Palfi’nin yeni filmi ‘Nem Vagyok A Baratod / I Am Not Your Friend’ de son derece sofistike, özel bir filmdi. Macaristan yapımı, emprovizasyona dayalı bir teknikle çekilmişti ve vahşi kapitalizmin dayattığı imkânsızlıklar içinde, insan ilişkilerini taşıyordu perdeye. Arkadaşlığı, aşkı, en çok da yabancılaşmayı… Umutsuzluk senfonisi, her karakterin seslendirdiği birer umut şarkısıyla karanlık, küçük öykülerle örülü iyi bir filme dönüşüyordu. Bizim filmler de vardı Cottbus’ta. Festivalin bu yılki bölümlerinden biri; Karadeniz’e kıyısı olan ülkelere ayrılmıştı: ‘Focus 2009: New Cinema from the Black Sea’… Yeşim Ustaoğlu’nun Kaçkar Dağları’nın tepelerinde geçen 39 dakikalık öyküsü ‘Sırtlarındaki Hayat’ ve Rüya Arzu Köksal imzalı incelikli belgesel ‘Son Kumsal’ı, iki uzun metraj kurmaca film izliyordu: Son dönemin kuşkusuz en iyi filmi olan Özcan Alper’in ‘Sonbahar’ıyla, Mehmet Bahadır Er ile Maryna Gorbach’ın birlikte yönettikleri ‘Kara Köpekler Havlarken’. Sinemamızın gerçekten iyi ve umut vaat edici olduğunu, festivalde karşılaştığım hemen herkes dile getirdi. Bu keyif verici bir durumdu. Sinemamız adına ortak bir sinema dili ve atmosferi kurma yolunda ciddi adımlar atıldığı, özellikle bilgi ve birikimine güvendiğim ‘üstatlar’ tarafından dile getirildiğinde; ‘e herhalde’ dedim; ‘tekniğimizi, doksan dakikalık mücadeleye yayabilirsek; her takımı zorlardık elbet!’   Festivalden, bavulumda birçok dostluk, birikim, güzel film ve unutulmaz anıyla ayrıldım. Bir de Energie Cottbus var tabii… Szabó’dan Palfi’ye birçok dostla ortak noktamız olan futbol sevgisinden nasibini alan kentin ünlü takımı; birçok sohbetimize konu olmanın yanında zihnimize de yerleşti iyiden iyi. Açılış gecesinde festival yöneticisinin de altını çizdiği gibi, bir zamanlar Bundesliga’da yer alan Energie’yi yakın zamanda şampiyonlar liginde izlemek istiyorum ben de… Ev halkını on iki saat görüp yine topladım bavulu. İstikamet Bursa’yı gösteriyordu ve eşimle kızım ‘nereye’ sorusunu, ‘yine mi’ye çevirmişlerdi. Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali, dördüncü kez merhaba diyordu sinemaseverlere. ‘Bursa’da Zaman’… Koza Han’ın büyülü sükûnunda, yeşil-beyaz Bursaspor’un ateşli taraftarları, leziz İskender Kebap, Kafkas kestane şekeri, termal sular, Çekirge, Kervansaray, Tayyare, kapalı çarşı, Arap Şükrü ve filmler… Ulusal yarışmada on, uluslararası yarışmada on bir film var bu yıl Bursa’da ve ben bu satırları kaleme alırken, festivalin henüz ortası… Sonuç ne olur bilmiyorum ama ‘Ulusal Yarışma’da benim favorilerim Atalay Taşdiken’in yönettiği ‘Mommo-Kız Kardeşim’ ile Ümit Ünal’ın Hasan Ali Toptaş’ın aynı adlı romanından uyarladığı ‘Gölgesizler’i… Uluslararası yarışmada ise favori filmler olarak gösterilenler; Arjantin-Uruguay-İtalya ortak yapımı ‘Ressam / The Artist’, Romanya yapımı ‘Francesca’ ve ev sahibini temsilen Mahmut Fazıl Coşkun imzalı bol ödüllü ‘Uzak İhtimal’. Bu arada iki festivalin ortak noktası olan filme de değinmek gerek: ‘40. Kapı’. Elçin Musaoğlu’nun yönettiği bu sıcacık Azerbaycan filmi, Cottbus’ta da yarışmıştı. Dokunaklı ve insancıl film, bir sürpriz yapabilir belki… Yerli yabancı filmlerden oluşan zengin programı, atölyeler, paneller, sergiler, yayınlar ve ücretsiz sinema kurslarıyla Bursa İpek Yolu’da henüz dört yaşında olmasına rağmen, oldukça olgun bir festival artık. Tuhaftır, ilk festivalin jürisinde bulunmamdan mı, Koza Han’ın heybetli çınarları altında kahvemi yudumlayıp izlediğim filmleri düşünürken, kendimi ‘evde’ hissetmemden mi bilmiyorum; bu şehirle aramda özel bir çekim oldu hep… Cottbus ve Bursa… Biri Doğu Avrupa’da, diğeri bizim buralarda iki ev adresi gibi… Çatımda film şeritleri…     

MURAT ERŞAHİN

 



Diğer Yazılar