Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

FESTİVALİN ARDINDAN

16 Nisan 2012 Pazartesi 19:25
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

16 gün, 7 sinema, 522 seans, 22 bölüm, 52 ülkeden 232 yönetmenin 220 film. Toplam 140 bin izleyici. İstanbul’da ağırlanan konuklar. Terence Davies, John Madden, Marjane Satrapi, Micha X. Peled, Amir Naderi, Whit Stillman, Edgardo Cozarinsky, Yorgos Lanthimos, Adrian Sitaru, Morteza Farshbaf, Cédric Kahn, Ann Hui, Brillante Mendoza, Mohammed Rasulof gibi tanınmış yönetmenlerin yanı sıra Robert Wieckiewicz, Matthew Akers, Bence Fliegauf, Jan Zabeil, Yasmina Adi, Julia Loktev, Christian Schwochow gibi genç isimler. Andrea Ferreol, Stine Fischer, Benno Fürmann, Thomas Schubert, Rita Blanco, Ingrid Olava, Alexander Fehling, Hidetoshi Nishijima gibi tecrübeli oyunculara ek olarak, ünlü koreograf Wim Vandekeybus da festivalin misafiri olarak İstanbul’daydı. Festivaldeki 522 gösterimden 130’u, filmin yönetmen, yapımcı veya oyuncularının katılımıyla gerçekleştirildi. Dünya basını her yıl olduğu gibi bu yıl da İstanbul Film Festivali’ne büyük ilgi gösterdi. Festivale yurtdışından 100’e yakın basın mensubu katıldı. Festival haberleri, Screen International ve Variety gibi önde gelen sektör dergilerinin yanı sıra Financial Times, Monocle, Frankfurter Allgemeine Zeitung, Die Tageszeitung, Tagesspiegel, El Pais, El Periodico gibi saygın gazete ve dergilerde de yer aldı. İtalyan RAI Televizyonu, Euronews, Çin Devlet Televizyonu, İsveç Radyosu, Yunanistan Ulusal Radyosu, Alman Radyosu temsilcileri de İstanbul Film Festivali’ni takip etti.

31. İstanbul Film Festivali, bu ‘resmi’ rakamlar ve detaylarla anımsanacak işte…

Şahsi tarih ise farklı anımsar her yılı… Ben, onlu yaşlarımdan beri -bizimkilerin elimden tutup götürdüğü o eski güzel günlerden- yani henüz ilk gününden beri izlediğim ‘sinema günleri’nin otuz birincisine katılmanın keyfini sürüyorum halen. Yorgun bir keyif. Baharın, İstanbul’a uğradığının habercisidir festival. Erguvan ağaçları çiçek açmıştır. Başka türlü kokmaktadır her yer. İstiklal Caddesi’nde sinemadan çıkmış insanlar olarak, hoş bir telaşla koşuşturursunuz. Bir salondan diğerine, bir filmden ötekine. Sürprizleri, eğer olmuşsa, sizi büyüleyen filmleri –ki yıllarla beraber büyü de yok oluyor- , beğenmediklerinizi paylaşırsınız. Film aralarında sıklıkla ayaküstü atıştırırsınız. Bazen, dostlarla bir sofra etrafında toplanırsınız. Kahve, çay tüketiminiz artar. Buna karşılık yanınıza su almayı sürekli ihmal edersiniz. Gelip geçer festival. Bir dolu tanıdık anı bırakarak geride…

Bu sene, yine teşekkür edilecekler listesinden başlayalım. Öncelikle Ayşe, Berna, Azize. Ak Sanat’ın basın katında, biz basın mensuplarını, sinema yazarlarını ağırlayan gönlü kocaman kahraman gönüllüler. Zeki, emekçi gençler. İnsan umut doluyor onları görünce. Başka türlü, bilinçli bir gençliğin varlığından haberdar olmak önemli. Bilun, Elif ve diğerleri… Ak Sanat’ın dördüncü katındaki kafeyi işleten Faruk Kılıç ve Murat Sadak sonra… Sadece leziz ve tertemiz ürünleri, güleryüzleriyle değil, sahici dostluklarıyla; Ak Sanat’ın dördüncü katını evimize çevirdiler doğrusu. Dostumuz Faruk’un enfes tostları, torpilli salataları, kahveleri, bu yılki festivale damga vurdu. Kafenin ferah, temiz, aydınlık, modern, huzur veren ortamına da vurgu yapalım bu arada. Tabii ki festival sonrası da ziyaret edeceğiz onları. Yeni bir mekândan çok daha fazlasını edindik; yeni dostları.

Ve tabii ki filmler… Kırktan fazla film izledim bu sene. İşte bu filmlerin bünyede uyandırdıkları:

Ulusal yarışmada Altın Lale kazanan “Tepenin Ardı” çok iyi. Son dönemde sürpriz yapıp heyecanlandıran ilk filmler; “Sonbahar” ve “Çoğunluk” gibi. Dosdoğru halledilmiş her şey. Memleketin -e hali, -de hali, -den hali. Hepimizin, her şeyin röntgeni. “Lal Gece”, Reis Çelik’in en etkileyici anlatısı olmuş. İlyas Salman döktürüyor. Reis Çelik anlatıyor, yürek dinliyor! “Babamın Sesi”de güzel. Hüzünbaz. Gerçek, sert, önemli. Tespit filmi. Anne, müthiş. Üzerine acıdan dokunmuş simsiyah bir elbise giymiş. Babanın, eskiden astığı kopan çamaşır ipi. Üzerindeki yas elbiseleri… “Kırmızı Sokak” ve “Akvaryum” filmleriyle tanıyıp, sevdiğimiz Andrea Arnold’un, Emily Bronte uyarlaması “Uğultulu Tepeler / Wuthering Heights”, Viktorya dönemi romanına bambaşka bir tat kazandırmış. İzahı zor bir biçim ve akla ilk sevgiliyi düşüren ‘hakiki’ bir romantizm. Romanın karizmatik kahramanı, kendini öfke, nefret ve aşka adamış Heatcliff, bu sefer farklı bir ‘şekilde’ çıkıyor karşımıza. Tutku ve diz boyu duygusallık. Ne yaptığını gayet iyi bilen, bilinçli bir uyarlama. Film çıkışı, atmosferin etkisinde kalan adam, Taksim istikameti yerine tünelde buluyor kendini! Robert Guédiguian’ın yönettiği “Kilimanjaro’nun Karları / Les Neiges du Kilimandjaro” da yüreğe bıçak sokan filmlerden. ‘Yoksuluz, gecelerimiz çok kısa’ diyor. Fakat hüzünlü olduğu kadar umut dolu! Hemingway’in 1936 tarihli kısa hikâyesi filmin adı. Ama ondan değil, Pascal Daniel’in ‘ona’ gönderme yapan aynı adlı ünlü şarkısından alıyor adını. Victor Hugo’nun, ‘Yoksullar Ne Kadar İyi’ adlı şiiri filmin çıkış noktası olmuş. İşçi sınıfı cennete gider filmi. İyilik, kocaman yürekler, dostluk, umut ve dayanışma… Tony Kaye anlatısı “Kopma / Detachment” ‘başka’ bir görsel deneyim ve yürek acıtan gerçeklerle yoğrulmuş. Allak bullak eden film, dağıtıyor. İyi geliyor bünyeye son tahlilde. “Akasyalar / Las Acacias” sonra… Küçücük ama dev gibi. Cannes’den Altın Kamera ile dönen Arjantin filmi; bir kamyon şoförü, bir bebek, annesi ve sınırlar üzerine. Bütün bir dünya gerçeği üzerine yani. Yol filmi, sevgi filmi, emek filmi. Yeni ve sessiz bir başlangıç umudu. Öyle işte; iç cebinizde saklayacağınız filmlerden. “Oslo, 31 Ağustos / Oslo, August 31ST” 26. Festivalde “Tekrar / Reprise” ile Altın Lale kazanmış Norveçli Joachim Trier’in filmi. Yönetmen, ikinci uzun metrajında daha bir inceltmiş sinemasını. Fena dokunan bir film. Neyi, nasıl anlatıp, göstereceğini bilen, rafine bir sinemacının işi. Birikimli, duygulu, insan bir yönetmenin, insan filmi. Etraftaki insansızlık üzerine. Bizi kuşatan yalnızlığımız. Umutsuz bir varoluş hesaplaşması. Kulağımıza olur olmaz şeyler fısıldayan ama her seferinde üşüten hayat. Bütün sevdiklerimiz dünyanın öbür ucunda… “Hatırlanınca Var Olan Hikâyeler / Historias Que So Existem Quando Lembradas” bir ilk film. Yüzde yüz sinema hissi. Hem masalsı, hem de dokümanter sanki. Farklı zamanlar, geçmiş, bugün, insan acemiliği, hayat. Ekmeği, kahvesi, ölümü, belgesi, umudu… İnsan kokan başka bir anlatı. Sahi, ekmek yapmayı bilen kaldı mı aramızda? Christian Petzold’un Berlin’den ‘En İyi Yönetmen’ ödülüyle dönen “Barbara”sı, 1980 yazına, Doğu Almanya’ya götürüyor bizi. Baskı, gelecek, özgürlük, idealler, görev, endişe, aşk, umut, hayal ve her yerde aynı şey… Başka bir yaşam fikrine alışmışken, akılda olmayanın, en zorun, hatta imkânsızın içindeki ‘ama’yı fark etmek. Duygusal bir kafa tutuş! Taviani kardeşlerin, Berlin galibi filmleri, ‘ustalık’ belgesi gibi. İlerlemiş yaşlara inat zor şeylere bakmak. “Sezar Ölmeli / Cesare Deve Morire”, Roma’daki yüksek güvenlikli bir cezaevinde sanatla hayatı ilişkilendiriyor. En zor şartlarda sanatla uğraşmanın daha insan, daha özgür ve daha birey kıldığı kişilikler. Mahkûmların, hayata tutunma yolu; halka açık bir tiyatro oyunu. Taviani’ler, Shakespeare, Sezar, Brütüs, gerçek mahkûmlar ve gerçek bir tutku: sanat! “Güzellik / Skoonheid”, yaşanan ilişkinin cinsi, şekli ne olursa olsun, içinde mutlak ‘aşk’ olmalı diyor. Aşk olmadı mı fena! Faşizan, kaba, kötücül, hasta bir şey oluyor o zaman ortadaki. Hesapsız, kitapsız, sert, doğrudan söylüyor söyleyeceğini; hazırlayarak sizi son söze. “Ave”, hayata karşı söylediğimiz yalanlar üzerine. Onların doğrulukları, masumlukları hakkında. Kaçışın yolunun, düz ve soğuk doğrulardan geçmeyeceğini, yaşamaya devam edebilmek için uydurulmuş oluşlara ihtiyacımız olduğunu, doğal bir yol öyküsünde; zarifçe anımsatıyor Bulgar yapımı. Polonyalı Pawel Pawlikovski’nin sekiz yıl aradan sonra çektiği “Gizemli Kadın / La femme du Vème”, Douglas Kennedy imzalı bir roman uyarlaması. Hitchcockvari bir öykü. Gerilim, bir süre sonra acı bir varoluş meselesine dönüşüyor. Türlü zorluklar ortasında kalmış bir ruh. Üşüyen, yara bere içinde, bomboş. Yeniden başlamanın yok eden tedirginliği. Acımasız dünyada eskisi gibi olabilmenin, hissetmenin imkânsız ‘geniş zamanı’. Kapkara bir muallak, sonrası… “La Zona / Yasak Bölge” ile tanıdığımız Uruguaylı sinemacı Rodrigo Plá imzalı “Gecikme / La Demora” elem dolu. Zalim bir düzenin kurbanları. Adaletsiz dünyada, emeğiyle yaşamaya çalışanların ayak direyen mücadelesi, kırılma anları, duygusal patlamalar ve onun döneceğinden emin olmak…

Böyle işte… Daha birçok film, birçok anı, birçok hayat, birçok düş…

32. festivali bekliyoruz artık. Geçmiştekilere emeği geçen herkese saygılarımızı sunarak.
MURAT ERŞAHİN

MURAT ERŞAHİN´İN ´İN 13 NİSAN 2012 TARİHLİ YAZISI



Diğer Yazılar