Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

25 MAYIS 2012

24 Mayıs 2012 Perşembe 22:11
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Haftanın yedi yeni filminden dördü notlarımız arasında. Hollywood yıldızı Angelina Jolie’nin yazıp yönettiği savaş dramı “Kan ve Aşk / In the Land of Blood and Honey”, Milla Jovovich’in de rol aldığı Amerikan bağımsızı “Edepsiz Kız / Dirty Girl” ve özellikle küçük izleyiciye seslenen “Sevimli Kedi İş Başında / Top Cat” adlı animasyon; haftanın diğer yenileri… Ezber ettiğiniz üzere tekrarlayalım, ‘içimizdeki sinemadan çıkmış insana iyi bakıyoruz; çünkü sokak, sinemadan çıkmayanlarla dolu!’ Herkese iyi seyirler!

MOONRISE KINGDOM
Müthiş karakterleri ve ayrıksı anlatımıyla ciddi meseleleri özgün biçimde perdeye yansıtan özel bir sinemacı Wes Anderson. Orta-üst sınıf Amerikalının gündelik dertlerini, yürek parçalayan yalnızlıklarını ve dünyayı dolduran hüzünlerini, incecik bir mizahla anlatmayı başaran Anderson, iletişim eksikliği, sevgi, aşk, dostluk, aile ilişkileri gibi kavram ve oluşları kaşırken, son derece duyarlı. Entelektüel birikimini, sinema sevgisiyle yoğuran ve yarattığı son derece şık, kendine özgü atmosferiyle besleyen yönetmen, usta isim Martin Scorsese’nin çok sevdiği ve kendi tahtına veliaht olarak gösterdiği bir isim. 1969 doğumlu sinemacıyı, 1996 tarihli ilk uzun metrajı “Bottle Rocket” ile tanımıştık. Sonra sırasıyla, 98’de “Rushmore / Çılgın Liseliler”, 2001’de “The Royal Tenenbaums / Tenenbaum Ailesi”, 2004’te “The Life Aquatic with Steve Zissou / Steve Zissou ile Suda Yaşam”, 2007’de “The Darjeeling Limited” ve 2009’da özel animasyon “Fantastic Mr. Fox / Yaman Tilki” adlı filmleri yönetti Anderson. Dağılmış aile bireyleri, eksantrik şahsiyetler, platonik aşklar, ebeveynlik ve evlatlık meseleleri, yüreğe baskı yapan pişmanlıklar, çevreyi dolduran boşluk, yürekteki kara nokta, varoluş acıları, acıyla iç içe geçmiş hayatın her anında omuz başından gülümseyen kara mizah… Sanat yönetimi, dolayısıyla yapım tasarımı, çok önemli Anderson için. Kostümden, dekora, renk paletinden ışığa, hemen her detay inanılmaz özenle yaratılıyor. Hemen her filminde Retro bir hava var. 60-70’lerin toplumsal hayatı ve his dünyası, Anderson anlatısının saygı sunulan noktalarından biri. Estetiğe gösterdiği saygı onun ayırt edici özelliklerinden biri. Filmlerinin soundtrack’lerine de çok önem veren bir sinemacı Anderson. Favori dönemleri 60-70’lerin bütün baba ezgileri, öykülerine eşlik ediyor. David Bowie’den Rolling Stones’a, Who’dan, Velvet Underground’a dek geniş ve zengin bir yelpaze, fon oluşturuyor perdede izlediklerimize. Edebiyatla da içli dışlı aynı zamanda. Bir de genellikle aynı oyuncularla çalışmayı tercih ediyor. Bill Murray, Owen Wilson, Anjelica Huston, Jason Schwartzman, bu müdavimlerden bazıları. Evet… Kısa Anderson turunun ardından gelelim, yönetmenin yeni filmi “Moonrise Kingdom”a. 1960’larda geçen bir ilk aşk öyküsü özünde film. Fonda ise, yönetmenin hemen her tanıdık meselesinden biraz var. Hatta bir hayli var. Aşık olmanın çevre tanımaz etkisi. Masal dünyalara kaçışın gerekliliği ve olanca doğallığı. New England’ın bir adasında geçen hikâye, iki yeni yetmenin aşkları, umutları ve yetikin dünyasının hüzünlerine odaklanıyor. Hayal kırıklıkları, hesaplaşmalar arasında beliren umut ışığı gibi bir ilk aşk ve olanca naifliğiyle sevginin ham hali. Arkadaşlığın, dostluğun, birlikte kalabilmenin… Karşılıksız ve cesurca dostunun arkasında durmanın filmi. Bill Murray’in yanı sıra pek çok ünlü isim çıkıyor karşımıza: Edward Norton, Bruce Willis, Frances McDormand, Harvey Kietel, Jason Schwartzman ve Tilda Swinton. Anlatıcı rolünde ise, bir dokümanterden fırlamış gibi gözüken Bob Balaban’ın rafine performansı… Son tahlilde, çok zeki, hüzünlü, nostalji yüklü, keyifli ve görülesi…

SİYAH GİYEN ADAMLAR 3
İlk olarak 1997’de, ardından 2002’de çıkagelen ikinci filmle, beyazperdenin sevilen serileri arasına giren orijinal adıyla “Men in Black”, üçüncü macerasıyla vizyona merhaba diyor! Dünyamızda yaşayan, daha doğrusu gizlenen uzaylılara aman vermeyen ekip üyelerimiz, bu kez 1969 yılına gidip, ‘retro bir rüzgâr’ estiriyorlar. Ayda atılan insanlık için büyük adımın hemen öncesinde yaşanan macera, bir zamanda yolculuk öyküsü. İddialı ve gösterişli özel efektler arasında yaşanan üç boyutu macerada, Ajan J, ustası ve ortağı Ajan K’nin gençliğine uzanıyor ve gezegenin kaderini değiştirmeye kararlı kötü uzaylı Boris’i durdurmaya çalışıyor. Üçüncü macerada, siyah giyen ajanlarımız Tommy Lee Jones ve Will Smith’e, usta aktör Lee Jones’un gençliğini canlandıran Josh Brolin, Emma Thompson, Jemaine Clement ve son derece yetenekli aktör Michael Stuhlbarg eşlik ediyorlar. Yönetmen koltuğunda yine serinin mimarlarından Barry Sonnenfeld oturuyor. Bilimkurgu aksiyona mizah eklenmesini sevenler, teknoloji tutkunları ve önceki iki filmi beğenmiş izleyiciler için vaat ettiklerini yerine getiren yapım, herhangi bir yenilik ve farklı, nefes kesici bir heyecan içermese de, son tahlilde, eli ayağı düzgün, emek harcanmış bir avantür!

CANAVARLAR SOFRASI
“Canavarlar Sofrası” teatral yapısı haricinde, ‘mesele ve rota’ olarak önem arz ediyor kanımca. İzleyiciyle ilk kez 48. Antalya Altın Portakal Film Festivali ‘Ulusal Yarışma’ kapsamında buluşan sarsıcı dram, kara bir deneysel film olarak da nitelenebilir. Herhangi bir ülkenin her hangi bir şehrinde, herhangi bir akşam, herhangi iki çift. Bir akşam yemeğinde, masanın etrafında birlikteler. İsimler önemsiz. Ev sahipleri J ve M, evlerine gelen K ve D’yi ‘ağırlıyorlar’! Totaliter bir rejim var dışarda belli ki. Kültür ve sanatla ilgili her şey yasaklanmış durumda. Polis, komşularını öldürüyor sokak ortasında. Uyulması gereken yasaklar var. Nefret, öfke ve kibir, normal hislerden olmuş. Karakterlerin içinde bulundukları tuhaf evren, bir süre sonra insanlık dışı oluşlara bırakıyor kendini. Ne dostluk, ne arkadaşlık, ne sevgi, ne aşk, ne bağlılık… Bütün duygular alınmış sanki. Her kelime, her dokunuş yüzeysel ve vahşi. Haz almak ve tüketmek haricinde her şeyin içi boşalmış. Çıldırmış ekonomik ve siyasi sistem, ‘insan’sız bir düzeni müjdeliyor sanki… İbrahim Selim, Pınar Töre, Gizem Erdem ve Tuğrul Tülek, siyah beyaz filmin dört oyuncusu. 23. Ankara Film Festivali’nde beş ödül, 48. Altın Portakal’da Dr. Avni Tolunay Jüri Özel Ödülü ve Montpellier Film Festivali’nde ‘En İyi Müzik’ heykelciğini kazanan kapkara yapım, umutsuz, insanlık dışı, ‘başka’ bir düzenin röntgeni ve haykırışı niteliğinde. Cesur ve vicdanı hür bir çalışma. Yönetmen Ramin Matin üretmeye devam etmeli.

ŞEYTANIN YÜZÜ
Belli aralıklarla film çeken nitelikli yönetmen Dominik Moll imzalı “Le Moine / Şeytanın Yüzü”, ilk olarak 1796’da yayımlanan İngiliz yazar Matthew Gregory Lewis’in (1775-1818) gotik romanından uyarlanmış. 2000’de “Harry, un ami qui vous veut du bien / Harry İyiliğinizi İsteyen Bir Dost” ve 2005’de “Lemming / Kuzey Faresi” ile dikkat çeken Alman baba ve Fransız annenin oğlu olan Dominik Moll, dev sinemacı Luis Bunuel’in zamanında çok etkilendiği ve sinemaya uyarlama gayreti gösterdiği gotik romanı, kendi ‘netameli’ evreninde gerçekleştirmiş. Çocukken bir manastırın kapısına terk edilmiş inançlı bir adamın, hayatındaki ve bünyesindeki eksiklikleri, zaafları ve bunun ortaya çıkardığı trajik sonu izliyoruz. Başrolde karizmatik aktör Vincent Cassel var. Usta İspanyol oyuncu Sergi López ise ‘şeytan’ rolünde karşımıza çıkıyor. Katolik kilisesinin katı kuralları, ikiyüzlü ahlak anlayışı, kötücüllük, omuz başında beliren iyilik, zaaflarımız, aşk, inanç, inançsızlık, ruh, ten, tutku, korku ve insan. Şeytandan, belki de içimizdeki karanlıktan korunmak adına verilen vaazların ardına saklanmak… Atmosferden kameraya, belli incelikleri, ustalıkları, söyleyecek sözleri olan yapım, 31. İstanbul Film Festivali’nde izleyiciyle buluşmuştu. İlgiye değer!
MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar