Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

24 HAZİRAN 2011

23 Haziran 2011 Perşembe 22:29
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Bu hafta vizyona giren beş yeni filmin tümü notlarımız arasında. İngiliz yapımı “Kadının Fendi / Made in Dagenham” sezonun en iyilerinden. Akla, “The Graduate / Aşk Mevsimi”ni düşüren “Çömez / Cherry” oldukça sevimli. Büyük usta Peter Weir, tat vermeyen yeni filmi “Özgürlük Yolu / The Way Back”le hızla yaşlanmakta olduğunu kanıtlıyor. “Testere / Saw” ekibinin yeni ürünü “Ruhlar Bölgesi / Insidious”, korku-gerilim türünün hakkını veren, son derece ürkütücü bir örnek. “Kartal / The Eagle” ise tarihi serüven meraklılarını memnun edecek. Rengârenk, geniş film yelpazesi, sıcaklarda serinletiyor. İyi yazlar demenin vakti geldi artık; iyi seyirler dilemeyi unutmadan tabii.

KADININ FENDİ
“Hak verilmez, alınır” özlü sözünü yeniden hatırlatan İngiliz yapımını, “Calendar Girls / Takvim Kızları”ndan tanıdığımız Nigel Cole yönetiyor. Londra’nın doğusunda yer alan Dagenham, Ford’un Avrupa’daki en büyük üretim tesisine ev sahipliği yapmaktadır. İşçi sınıfın ağırlıklı olarak yer aldığı Dagenham’da, toplu konutlar ve fabrika bacaları uzanmaktadır gökyüzüne. Fabrikada çalışan elli bin civarındaki erkek işçiye rağmen sadece 187 kadın işçi istihdam edilmektedir. Erkeklerden çok daha düşük ücret alan kadınlar, haklarını almak ve seslerini duyurmak için, greve gitme kararı alırlar. Eşit ücret, hak ve özgürlükler için savaşan kadınların sözcülüğünü ise Rita adlı evli ve çocuklu bir işçi üstlenecektir. Sömürü, cinsiyet ayrımı, sendikaların ikiyüzlülüğü, sendika ağalarının varlığı, kadın hakları, feminizm, grev, işçi sınıfı, politika, kapitalist ahlak, iş dünyası, acımasızlık, aşk, dostluk, fedakârlık, dayanışma, isyan, dünyanın can acıtan gerçekleri ve mücadele… Kadın dayanışması ve temel özgürlükler üzerine inşa edilen öykü, gerçek bir hikâye anlatıyor. Ford’un Dagenham’daki fabrikasında 1968 yılında gerçekleşen ve bambaşka sonuçları tetikleyen cesur grev kararı… Kadın hakları adına önemli bir kazanım sağlamış olan olay, bu tip toplumsal ve devrimci ruha sahip öyküleri seven Nigel Cole imzasıyla yansımış perdeye. Mike Leigh’nin “Happy-Go-Lucky”siyle tanıdığımız Sally Hawkins’in müthiş performansına, usta aktör Bob Hoskins büyük bir lezzetle eşlik ediyor. İşçi sınıfını ayrıca kutsayan dram, kadın dayanışmasından tutun da, tüylerinizi diken diken eden bir kararlılık ve hak arama destanına dek birçok devrimci temayı barındırıyor içinde. Son tahlilde, ‘ağla sevgili yurdum’ diyerek ayrılıyorsunuz salondan. Temel hak ve özgürlükler için yapılması gereken fedakârlıklar, kararlılık, ‘insan gibi yaşama hakkı’ için yürekte yanan ve sönmeyecek devrimci ateşin sıcaklığı sarıyor bedeninizi. Neyi nasıl anlattığını gayet iyi bilen bir sinema ve özenli bir dönem öyküsüyle vücut bulmuş; kadınlık, dostluk, eşitlik, özgürlük ve adalet senfonisine alkış tutuyorsunuz. ‘Ağzınızda bal gibi tatlı bir türkü’, yürüyorsunuz sokaklarda… (4 / 5)

ÖZGÜRLÜK YOLU
Peter Weir gibi büyük bir ustaya ‘yakışmayan’ bir film “Özgürlük Yolu / The Way Back”. Slavomir Rawicz adlı yazarın ‘The Long Walk: The True Story of a Trek to Freedom’ adlı romanından uyarlanan tarihi serüven, 1941’de Sovyetler tarafından tutuklanıp, Sibirya’daki kamplara gönderilen farklı ülkelere mensup bir grup insanın, Gulag kamplarından kaçıp meşakkatli bir yolculuk sonrası Hindistan’a ulaşmasının öyküsü. Buzun dondurucu soğuğu, çölün kavurucu sıcağı, aç kurtlar, sivrisinekler, uçsuz bucaksız dağlar, açlık ve susuzluk. Özgürlüğe ulaşmak için kat edilen upuzun yolda yaşanan insanlık halleri. Dostluk, dayanışma ve fedakârlık. Jim Sturgess’den Ed Harris’e, Colin Farrell’dan Saoirse Ronan’a, oyuncu kadrosu gayet iyi. Oscar’lı görüntü yönetmeni Russell Boyd’un kamerası müthiş. Öykü ise, 133 dakikalık süresine karşın sıkılmadan izlenen bir serüven sunuyor izleyiciye. Buraya kadar her şey güzel… Fakat filmin bakışı, duruşu, teşhisi, meselesi o denli yanlı ki… Ve hatta kötücül. Film, yaşanan bütün bir insanlık trajedisinin suçunu, komünizme yüklüyor. Sadece Stalin rejimi değil, bütün komünist manifesto suçludur diyor. Nihayet, Berlin duvarının yıkılması ve komünizmin filmde yer aldığı gibi ‘sona ermesiyle’ özgürleşiyor insanlar. Ancak o zaman evlerine, sevdiklerine ulaşıp, gülebiliyorlar. Sosyalizmin karşısında yer alan düzen, ne denli ahlaklı, ne kadar eşitlikçi, ne özgürlükçüymüş de bizim haberimiz yokmuş. Sömürünün olmadığı, insanın insanca yaşadığı, tamamen özgür olduğu bir sistemmiş. Kapitalist ahlak ne denli önemliymiş. Anti-komünizmin bu derece açık dile getirildiği, propaganda sinemasının bu denli has bir örneğine uzun zamandır rastlamamıştık. Sanki sosyalizm karşıtı bir güç tarafından sipariş üzerine çekilmiş bir slogan film var karşımızda. Yani durum o derece ‘çirkin’ ki, insan; yönetmeni Peter Weir de olsa ve Weir’da haliyle olması gereken ‘öyküye hâkimiyet ve atmosfer yaratmadaki ustalığı’ çıplak gözle de izlese, yine itiraz edebilir perdedekine. Çünkü bu bir inanç, bilinç ve ahlak meselesi her şeyin ötesinde. Çünkü özgürlük tek. Çünkü tarih tek. Çünkü insan tek. Çünkü gerçekler mevzubahis… Weir, artık epeyce yorgun, epeyce yaşlı ve epeyce ‘başka biri’. Onu, geçmişteki o müthiş filmleriyle anımsayacağız demek ki… (1,5 / 5)

RUHLAR BÖLGESİ
Popüler korku-gerilim serisi “Saw / Testere”nin yaratıcıları James Wan ve Leigh Whannell yeniden bir aradalar. Whannell’in yazdığı ve alışageldik üzere oyuncu kadrosunda yer aldığı klasik korku sinemasına omuz veren yapımın yönetmen koltuğunda James Wan oturuyor. “Testere”nin ardından ikili, “Dead Silence / Ölüm Sessizliği”nde buluşmuşlar fakat film beğenilmemişti. Bu kez hedefi vurmuşlar. Gerçek anlamda ‘korkutan’ öykü, anlık sıçratmalara değil, bilinçaltına, çocukluk korkularına, bir anda vücudunuzu saran ve bir süre sizle kalan soğuk bir ürpertiye neden oluyor. Üç çocuklu bir karı koca, yeni taşındıkları evde yalnız olmadıklarının farkına varırlar. Komayı andıran bir uykuya hapsolmuş olan çocuklardan biri, karanlık güçlerin, kötü ruhların esiri olmuştur. Gerçek, hissedilenden daha korkutucudur. Patrick Wilson, Rose Byrne, Barbara Hershey ve Lin Shaye’li kadro, oldukça iyi iş çıkarmışlar. İlk olarak, “Poltergeist / Kötü Ruh”u çağrıştıran kalburüstü korku-gerilim, “The Amtyville Horror / Kuşku”dan, “The Entity / Karabasan”a (ki 1982 tarihli filmin başrol oyuncusu Barbara Hershey’ye bu filmde de yer verilerek saygı sunulmuş), türün başyapıtlarından “The Exorcist / Şeytan”dan, “The Evil Dead”e, “Candyman”dan “Ringu”ya, “House on Haunted Hill”den, “The Haunting”e, “Hellraiser”dan, nispeten yeni örnek “An American Haunting”e dek birçok yapıma selam gönderiyor. Her şeyi yerli yerinde, tartımlı, ölçülü, ‘gibi yapan’ değil, gerçekten hedefi bulan bir korku gerilim duruyor perdede. Özellikle meraklılarına duyurulur. (3,5 / 5)

KARTAL
Belgesel kökenli İskoçyalı Kevin Macdonald imzalı macera, İ.S. 2. yüzyılda Roma İmparatorluğu yönetimi altındaki Britanya’da geçiyor. Günümüz İskoçya’sının bulunduğu bölgenin ıssız ve netameli yüksekliklerinde geçen sürükleyici yapım, Romalı bir askerle, onun Britanyalı kölesinin sürüklendikleri tehlike dolu macerayı öykülüyor. Bütün askerleri ile birlikte yok olan babasının kaybettiği Roma’nın altın kartal amblemini bulup geri getirmek için efendi ve kölesinin çıktıkları yolculuk, sadakat ve ihanetin, dostluk ve düşmanlığın sınandığı zorlu bir serüvene dönüşür. Başrollerini Channing Tatum ve Jamie Bell’in üstlendikleri filmde usta aktör Donald Sutherland da rol alıyor. Forest Whitaker’a Oscar kazandıran “The Last King of Scotland / İskoçya’nın Son Kralı” ile anımsayacağınız, 1999’da “One Day in September” adlı belgeseliyle Oscar kazanmış Kevin Macdonald’ın filmi, sürükleyici olmasına rağmen, birçok örneğini izlediğimiz ve ısıtılıp tekrar servis edilmiş yapımlardan biri. Sıradan örnek birçok klişeyle dolu üstelik. Kahramanlarının, sömürgeci ve emperyalist tarafta yer alması, ayrı bir iticilik kazandırıyor filme. Yavan öykünün haricinde işçilik temiz. (2,5 / 5)

ÇÖMEZ
Senarist-yönetmeni Jeffrey Fine’ın yaşanmışlıklarına dayandığı belirtilen yarı-otobiyografik bağımsız yapım, fena halde “The Graduate / Aşk Mevsimi”ni andırıyor öyküsü itibariyle. Fakat sabun köpüğü tabii… Varoluş dertleri, daha hafif oluşlara indirgenmiş. Ardından film, Jacqueline Bisset’li “Class / Sınıf”a evriliyor. Sonra çok kısa bir ara “Taxi Driver”ın Travis Bickle’ına dönüşüyor kahramanımız. Çekici, olgun anne ve kızı arasında kalan, çiçeği burnunda toy üniversitelinin öyküsü, aşk, sevgi ve acının, dolayısıyla hayatın; mühendislik denklemlerinden daha çetrefilli olduğunu özetliyor bir kez daha. Sıcak, samimi, içten film, keyifle izletiyor kendini. Laura Allen’ın olgun çekiciliği ve 1990 doğumlu Brittany Robertson’un güvercin ürkeği güzelliği dikkat çekiyor. Ünlü atasözümüz, ‘Anasına bak kızını al, kenarına bak bezini al’, fiziksel benzerlik olgusunu ve soya çekimi öteleyecek olursak; hafif yara alıyor. Simon & Garfunkel tınısını, ‘Mrs. Robinson’ ve ‘Sound of Silence’ı arıyor bünye ama neylersin ki, başka şeyler çalıyor perdede. (3 / 5)
MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar