Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

18 MART 2011

02 Nisan 2011 Cumartesi 23:13
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

18 Mart haftası, altı yeni filme ev sahipliği yapıyor. Hepsi notlarımız arasında. İyi seyirler!

BENİM HİKÂYEM
John Berger´in bir ´portre´ye bakıp yazdığı lezzetli satırlar gibi filmin anlatısı. Barney Panofsky ile tanıştırıyor öykü bizi. Her hayat gibi olağanüstü onunki de özünde… Doğmuş bir kere… Gençliğinden son nefesine dek yaşamına tanıklık ediyoruz Barney´nin. Gerçekleştirdiği üç evlilik, yaşadığı gerçek aşk, sevgili, eş, baba ve oğul olarak Barney Panofsky duruyor perdede. Yakın bir dostumuz o. Eski mahallemizden, sokağımızdan biri. Kuzenlerimizden, arkadaşlarımızdan… Belki de kendi hayatımız perdede duran. Paul Giamatti´nin müthiş bir olgunluk ve gerçeklikte canlandırdığı Barney Panofsky, akıldan çıkacak bir karakter değil. Baba Izzy´yi oynayan Dustin Hoffman, Rosamund Pike´ın üzerine giyindiği çok sevilen biricik eş Miriam ve Minnie Driver´ın enfes zengin Yahudi eski eş performansı… Kırk yıla yayılan bir dünya gündemi fonda. İnançlar, değerler, ekonomi, siyaset, felsefe, aile, aşk, dostluk, sanat, iş dünyası, sınıfsal durumlar, Yahudi gelenekleri, ahlak, baba-oğul ilişkisi, pişmanlık, sadakat, vicdan azabı, nefret, öfke, kısacası hayata dair ne varsa Barney´nin hikâyesinde duruyor. Küçük hesaplar, aşkın kelime anlamı, ham sevgi… Bir kral gibi gözüken ölü adam… Sonra adına ömür dediğimiz o yolculuğun gelip geçiciliği, aynı zamanda güzelliği, muazzamlığı, bizi biz yapan farklılıklar, büyüsü bozulmuş bir yerde ayakta kalma çabası, harcanmış bir hayatın biriktirilmiş çok özel anları, gelip geçicilik, izafiyet, sırtını koltuğa dayayıp dalıp gitmek karşındaki perdeye… Çok özel bir hikâye Barney´nin ki, hepimizinki gibi… (3,5 / 5)

PRESS
47. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Yarışma´da yer alan ve ´Jüri Özel Ödülü´ kazanan ´´Press´´ önemli. Çok temiz ve düzgün çekilmiş film, 90´ların başında güneydoğu´da yaşanan gazeteci cinayetlerini, ´Özgür Gündem´in içinden inceliyor. Ötelenmeyip, konuşulması gereken gerçekleri işaretlemesi açısından, cesur, insani ve samimi öyküsüyle önem arz ediyor. Her şeyden önce, gazetecilik mesleğine bir saygı duruşu bu film. Öykünün iç acıtan, karanlık ve gerçekçi atmosferine, sürekli ince bir mizahın eşlik ettiğini görüyoruz… Diyarbakır´dayız. Özgür Gündem´de çalışan bir grup genç gazetecinin maruz kaldığı baskılar, gerçekleri ortaya çıkarma gayretleri ve bin bir türlü engelleme karşısında meslek aşklarından en ufak bir parça yitirmeyip, daha da güçlenmeleri. Oyuncu kadrosu genç isimlerden ve amatörlerden kurulu yapımın yönetmeni ise, ilk kez ´kamera´ diyen Sedat Yılmaz. Kendisini kutlamak ve takip etmek gerekli. (3 / 5)

LİMİT YOK
2006 yapımı Edward Norton´lu gizem yüklü romantik film ´´Sihirbaz / The Illusionist´´ ve sistemi kıyasıya eleştiren savaş karşıtı 2008 tarihli ´´The Lucky Ones´´la tanınan Neil Burger´in yönettiği ilginç gerilim ´´Limit Yok´´, bir roman uyarlaması. Alan Glynn´ın 2001´de yayımlanmış ´´The Dark Fields´´ adlı romanından uyarlanan yapım, Hitchcock sinemasına öykünmüş. Tabii, o yetkinliğe ulaşması için yüzlerce fırın ekmeğe gerek duysa da, yürüdüğü yol, usta yönetmenin güzergâhında. Kara filme saygılarını sunan yapım, özünde, ´gücün´ doğasıyla ve bu güce ulaşmak için gerekli olan hırs ve istekle ilgili. İnsandaki doymak bilmez iştah ve ´daha fazlasını istemek´ dürtüsüyle. ´Want´ı kesemeyen sıradan insanın kitlelere hükmetmek ve güçlenmek arzusu, formülü bilinmeyen gizli ve gizemli bir ilacın yutulmasıyla birlikte tetikleniyor. Hayatına dair hemen her şeyden ümidini kesen kahramanımız, içtiği sıradan gözüken, minik hap yüzünden neredeyse bir ´süperman´e dönüşür. Üstün bir zekâya, algılama gücüne ve beyninin neredeyse bütününü kullanarak, her alanda sınırsız yeteneklere sahip olan kahramanımız, ilacın yan etkilerini fark edince, yaşadığı tanımsız keyfin, hızla tehlikeli bir kâbusa dönüştüğünü görür. Uyarlandığı romanın aslından bir takım değişiklikler içeren senaryoda başrol, Bradley Cooper´a verilmiş. ´´The Hangover´´ın yakışıklı yıldızına, dev aktör Robert De Niro ile geçtiğimiz yılın en iyi filmlerinden ´´Parlak Yıldız´´ın güzel ve yetenekli aktrisi Abbie Cornish eşlik etmişler. Özenli kurgunun eşlik ettiği tempolu öykü, ´fazlaca önem arz etmese de´ kendini rahatça izlettiriyor. (2,5 / 5)

BAĞLANMAK YOK
Komedi deyince Hollywood´un en kıdemli isimlerinden biri olarak akla gelen ve ´´Hayalet Avcıları / Ghost Busters´´ yüzünden önemli bir saygınlığa sahip Ivan Reitman imzalı romantik komedi, Natalie Portman´la Ashton Kutcher´i buluşturuyor. ´´Siyah Kuğu / Black Swan´´daki müthiş performansla Oscar´a uzanan Portman, ruhunda yatan siyah kuğuyu bu filmde ortaya çıkarmış. Demi Moore´un genç ve yakışıklı eşi olarak da magazin sayfalarından eksik olmayan aktör Ashton Kutcher, Portman´ın yanında pek sırıtmıyor. İkisi de kimyadan sınıfı geçiyorlar yani. Usta aktör Kevin Kline ise artık ´olgun baba´ rollerine talip olduğunun altını çiziyor. Ağırlıklı olarak merkezine cinselliği yerleştiren ve duyguları işin içine katmadan sadece cinsel ortaklıkla ilişki yürüten bir çiftin aşkı keşfediş ve itiraf çabalarını öyküleyen yapım sevimli ama tamamen klişe düzlemiyle çabuk tüketilmeye mahkûm. Portman´ın biraz da ´gişe´yi düşünmek gerek diyerek ´soyunduğu´ proje, hedefine kolayca ulaşacak türden. (2,5 / 5)

DÜNYA İSTİLASI: LOS ANGELES SAVAŞI
Güney Afrika Cumhuriyeti´nden Hollywood´a sıçramış Jonathan Liebesman´ın yönettiği bilimkurgu aksiyon, oldukça militarist bir savaş filmi aslında. İlk filmi ´´Darkness Falls´´, ardından 1974 yapımı klasik ´´Teksas Katliamı´´nın öncesini anlatan ´´Texas Chainsaw Massacre: The Begining´´ ve küçük bütçeli gerilim ´´The Killing Room´´ ile tanıdığımız yönetmen, maalesef ´´District 9 / Yasak Bölge´´ gibi müthiş bir işi imzalamış olan vatandaşı Neill Blomkamp´ın yeteneğinin çok uzağında. ´´Dünya İstilası: L.A. Savaşı´´, içine uzaylıların karıştığı ´´Er Ryan´ı Kurtarmak´´ ve ´´Kara Şahin Düştü´´ arası bir iş olmuş. (Bu iki filmin kötü birer benzeri-kopyası olarak anlaşılsın lütfen) Bütün dünyayı istila eden kötü niyetli uzaylılara karşı kahraman deniz piyadelerinin Los Angeles´ta verdikleri savaşın öyküsü yansımış perdeye. Sanal ortamdaki savaş ve yok etme oyunları müptelalarını memnun edecek grafik ve mantığa sahip film, Amerikan ordusunu kutsamanın yanı sıra, içerdiği yüksek doz militarist bakış ile dikkat çekiyor. ´Gelin, deniz piyadelerine katılın´ diye haykıran filmin başrolünü, böyle rollerde izlemeye pek alışık olmadığımız Aaron Eckhart üstlenmiş. Bu tip sert kadın rollerinin müdavimi Michelle Rodriguez, filmin öne çıkan diğer ismi. Uzaylı yaratıklara kafadan düşman olarak bakan ve kanlı istilanın, Amerikan ordusunun kahraman askerleri tarafından bertaraf edilişine tanıklığa davet edildiğimiz yapım, birkaç özel efekt haricinde hemen hiçbir yerinden kurtarmıyor. Üzerine çok uzun şeyler yazılabilir ama ne gereği var? (1,5 / 5)


ÇINAR AĞACI
Emekli öğretmen Adviye hanım, dört çocuğu, torunları, yanından hiç ayırmadığı gramofonu, plakları, çiçekleri, Atatürk portresi ve sandığı… Küçük torunu Barış´la arasında müthiş bir ilişki olan yaşlı kadın, hayat şartlarından ve günümüz gerçeklerinin geldiği noktadan pek memnun değil. Özel hayatlarında türlü problemler yaşayan çocukları, onu bir huzurevine yerleştirmek istiyorlar üstelik. Önemi gün geçtikçe yok olan bir sürü değer gibi Adviye hanım da hayatının son günlerinde büyük bir yalnızlık içinde. İki ayda bir, bütün ailenin buluştuğu ve piknik yaptığı ulu çınar ağacının gölgesinde büyük hüzünler yaşanıyor. Handan İpekçi´nin yönettiği dramın başrollerini Celile Tolon, Nurgül Yeşilçay ve minik oyuncu Deniz Deha Lostar paylaşıyorlar. Hüseyin Avni Danyal, Settar Tanrıöğen, Ragıp Savaş, Jülide Kural, Suzan Aksoy, Nejat İşler, Ebru Özkan ve usta aktör Erol Keskin, kalabalık kadronun diğer isimleri. ´´Babam Askerde´´, ´´Küçük Adam Büyük Aşk´´ ve ´´Saklı Yüzler´´ ile tanıdığımız Handan İpekçi, bu kez çok başarılı olamamış. Senaryo, özellikle diyaloglar, doğal ve samimi değil. Diyalog yazımı oldukça hafife alınmış gibi. Öykünün ruhunu yansıtan hüzünbaz ve sistemi eleştirel taraf, çok ´güdük, kaba´ kalmış. Ne denli çok örnek var beyazperdede bu ve benzeri meseleleri sinemalaştıran. Örneğin, Bertrand Tavernier´in 1984 tarihli enfes ´´Un dimanche à la campagne / Kırda Bir Pazar´´ı var. Giuseppe Tornatore´nin, Hollywood versiyonu da çekilmiş 1990 yapımı klasiği ´´Stanno Tutti Bene / Herkesin Keyfi Yerinde´´si var. Olivier Assayas´ın 2008 tarihli zarif filmi ´´L´heure d´été / Yaz Saati´´ var. Var da var yani… Yavuz Özkan´ın ´´Yengeç Sepeti´´ var mesela. Eli çok elverişliyken, bunu değerlendiremeyen bir film çekmiş İpekçi. Oluşlar karşısında, ağlayayım mı, güleyim mi bilemiyorsunuz. Filmdeki bu zaaf, bilinçli bir ayrım değil tabii. Hüzün ve neşenin at başı gittiği, aynı hayat gibi bir dengeyi kuramamış yönetmen. Ama filmin son tahlilde, özellikle belirli bir yaş grubunu ağlatacağı kuşkusuz. Kadronun en iyi oyuncusu ve filmin kazancı ise, 2004 doğumlu Deniz Deha Lostar. Minik oyuncunun sahici performansı pek yaman. (1,5 / 5)

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar