Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

15 OCAK 2010

02 Nisan 2011 Cumartesi 18:39
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Bu hafta vizyondaki film sayısı yedi. Yerli film ´´Gelecekten Bir Gün´´, ülkesinde büyük gişe başarısı elde eden düşük bütçeli korku ´´Paranormal Activity´´ ve çok görmek istediğim halde türlü sebeplerle kaçırdığım Woody Allen filmi ´´Kim Kiminle Nerede´´ haftanın izleyemediğim üç filmi. ´´Pıtırcık´´, ´´Aklı Havada´´, ´´Kaptan Feza´´ ve ´´Sherlock Holmes´´ ise izlediğim ve size tanıtacağım filmler. Basın gösterimlerini kaçırdığım üç filmin en azından bir kısmını telafi edeceğimden emin olabilirsiniz. İyi seyirler!

KAPTAN FEZA
Kaptan Feza, akıllara seza… Uzun yıllar boyu sürdürdüğü bankacılıktan sonra ´aydınlanarak´ dövüş sporlarına ve sanata yönelen Hakan Karahan, 2007´de kurduğu Narsist Film´le ikinci serüvenine çıkmış. Yol arkadaşları ise Ümit Ünal ve Candan Erçetin. Yine Ümit Ünal´ın yönettiği, Hasan Ali Toptaş´ın aynı adlı eseri ´´Gölgesizler´´le başlamıştı bu ortaklık. ´´Gölgesizler´´ genelde birçok kişi tarafından beğeni ile karşılanmıştı. Ben de dahildim bu birçok kişi arasına. Hatta Karahan, canlandırdığı karakterle önemli bir performans sergilemiş, ´oyunculukta ben de varım´ demişti adeta. Ta ki, ´´Kaptan Feza´´ perdeye yansıyana dek. Senaryosunu Ümit Ünal´ın yazdığı ve yönettiği, başrolünü Hakan Karahan´ın üstlendiği, müziklerinde ise Candan Erçetin´in imzası bulunan ´´Kaptan Feza´´ son derece yetersiz bir film. Kötü sinemasının yanı sıra, öyküsü, oyuncuları (burada, olmayan oyuncu yönetiminin altını çizelim) kısaca birçok noktasıyla olmamış. Konuya girmek bile gelmiyor içimden. Orta yaşlarını çoktan geçmiş bir mafya tetikçisi, yok edilmek istenince mecbur kalır ve bir gecekondu mahallesindeki yoksul eve sığınır. Babaannesi ile yaşayan altı yaşındaki Asu, Kaptan Feza hayranıdır. Tesadüfe bakın ki, camdan içeri düşen adam da, tıpatıp bu süper kahramana benzemektedir. Gerçekte, mafya tetikçisi Ömer´in ikinci sınıf bir oyuncu olan babasıdır Kaptan Feza. Ömer, küçük kızın hayallerini yıkmamak adına, bu süper kahraman gibi davranmak zorundadır. Öykü, yukarıdaki gibi okununca fena değil intibası yaratıyor insanda. Ama ya beyazperde de izlediğimiz, o neydi peki? Bir de şu, her şeyin içine ´solculuk´ mevzusunu katmak… Bizler için ana kadar, ekmek ve su kadar kutsal bir inancı, değeri; pazarlama malzemesi yapmak. Toplumsal ve siyasi açılım, samimiyetsiz bir yama gibi kalıyor öyküde. Oysa ´´Sonbahar´´ ne denli onurlu, düzgün ve doğru koymuştu meseleyi ortaya, dev gibi, unutulmaz bir sinemayla… Meral Okay, Ahmet Mümtaz Taylan ve diğer oyuncular, aynı Karahan gibi; yılsonu müsameresindeymiş gibiler. Feza Çaldıran´ın görüntüleri de kurtarmıyor filmi. ´´Kaptan Feza´´, Tarsem Singh´in 2006´de çektiği ´´The Fall´´dan, Luc Besson´un ´´Léon´´undan ve daha birçok yapımdan bayağı bir ´esin´ almış. Bu normal. Ama ele aldığın, yakaladığın ve esinlendiğin şeyin içerik, biçim-estetik olarak çok gerisinde kalıyorsan kötü bir kopya oluyorsun işte… Narsist film, daha fazla özveri gösterip, bencillikten sıyrılıp, mütevazı, samimi ve ´doğru işler´ yapmalı üçüncü projesinde. Çünkü en azından ben, bu ortaklığın, sinemaya gönül koymuş insanlardan oluştuğuna inanıyorum. İnanmak istiyorum…

AKLI HAVADA
´Amerika sana her şeyimi verdim ve şimdi bir hiçim.´ diyordu ´´Amerika´´ adlı şiirinde, Beat kuşağının en önemli isimlerinden biri olan Allen Ginsberg… Jason Reitman´ın filmine cuk oturmuş bir dize… İnsanı umursamayan ´yok edici´, ´obur, ´vahşi´ sistem ve ´ıskalanmış hayat´ üzerine yumruk gibi bir film ´´Aklı Havada´´. Açılış jeneriklerinde ve sonrasında gökyüzünden, bir uçağın penceresinden izlediğimiz birbirinin aynı şehirler. Omaha ile New York´un birbirinden farkı yok. Chicago ile Miami´nin de öyle. Her yer aynı, her şey… Çarka yıllarca omuz verip, bir köşeye atılan küçük insanın trajedisi. Yalnızlık, yabancılaşma ve mutsuzluk üzerine çağdaş bir ağıt. Şirket küçültme ve çalışanların işine son verme konusunda uzman kahramanımızın ömrü havada geçiyor. Oradan oraya uçmakla. Ailesine, yakınlarına, sevdiklerine ve onu sevenlere ayıracak vakti yok. Her şey ıskalanmış durumda. Kayıp, yitik… Evi, havaalanları. Ömrü bir valizin içinde. En önemli amacı ise hayatının; on milyon uçuş miline ulaşmak. Kendi gibi birine rastlıyor bir gün, bir şehrin bir otelinde. İlk defa bir evi düşlüyor. Geç kalmış olsa da, bir umut; ama gerçekler acıtıcı. Yanına verdikleri çaylak ise, vahşi kapitalizmin yarattığı bir yaratık. İnsana ait bütün duygulardan sıyrılmış gibi. Yaşadığı gerçek, başka bir şey. Diz üstü bilgisayarlardan yönetilen bir yaşam. Temassız, sözsüz. Yazıyla. Acımasız. Kısa ve net. Araya hiçbir duygu sokmadan. Duygu, zayıflık demek. Ez, geç, yaşa, tüket ve unut. En azından onu kurtarmak; son anda kendini belki de… Olmuyor işte, olması zor. Kocaman bir uçuş panosu önünde son bulan hayat gibi. Bavulun elinden yere düşmesi, yaşamının orda bitmesi. Değişmeyeceğini anlamak. Fark etmek. Uçuş millerinin yerine koyacağın hiçbir şey olmaması… Heba olmuş bir ömür. Sisteme sunulmuş bir kurban daha. En çok yaratılan insan modeli üzerine düşündürüyor film bir kez daha. Böyle bir nesil yetişiyor, yetişti hatta. Ruhunu dolara satan bir dolu genç insan. Bütün idealler, daha zengin ve daha yalnız bir gelecek uğruna. Kendini mutlu kılmak, dünyayı değiştirmek; bunlar demode artık. Dayatılan yaşam tarzı, bütün insani değer ve erdemlerin çok uzağında, tam karşısında duruyor. Jason Reitman, üçüncü uzun metrajında, önemli bir işe imza atmış. ´´Thank You for Smoking´´ (2005) ve ´´Juno´´ nun (2007) ardından sistem eleştirisine ve çağdaş insanın çıkmazlarına değinmeyi sürdürüyor. Çıtayı sürekli yükselterek üstelik. Henüz otuzlu yaşların başında olan bir sinemacı için oldukça olgun bir bakış. Walter Kirn´ün 2001´de yayımlanmış aynı adlı romanından uyarlanan eleştirel dramın oyuncu kadrosu da mükemmel. George Clooney döktürüyor. Vera Farmiga da öyle. Çekiciliği ve sıcaklığı yeter. Şefkatin ters köşe halinde ise yine çok başarılı. Genç aktris Anna Kendrick, bu sene, dalında bütün ödüllere aday olur; gelecekte ise dev bir isim. Yan rollerdeki önemli adlar: J.K. Simmons, Jason Bateman, Sam Elliott, Zach Galifianakis… Neredeyse kusursuz bir iş duruyor perdede. ´En İyi Film´ dahil altı dalda aday olduğu ´Altın Küre´lerden sonra adını Oscar ödüllerinde de sıkça duyacağımız bir yapım bu; yıllar sonra unutmayacağımız. ´´Satıcının Ölümü´´, ´´Glengarry Glen Ross´´ ve ´´Amerikan Güzeli´´nin yakın akrabası ´´Aklı Havada´´, söyleyecek bir sürü sözü olan ve bunu çekinmeden, yüksek sesle dile getiren cesur bir film. Tükenmek üzere olduğumuzu hatırlatmasından değil, yok olduğumuzu göstermesi açısından önemli en çok. Kimilerimiz oturduğumuz koltukta, bir havaalanı panosunun önünde, bir ofiste, ne bileyim, bir plazanın altıncı katında, buz gibi bir odada tek başına ölüyoruz. İşin kötüsü, bunu kabullenmişiz. Bir kere kaptırmışız çarka kolu, ıskalamışız hayatı, yanı başımızdan geçip gitmiş ömür, insana sunulan o en değerli armağan. Uçağın penceresinden baktığımız her yer, her şey aynı artık…

SHERLOCK HOLMES
Sessiz sinema döneminden beri beyazperdenin en çok sevdiği karakterlerden olan Sherlock Holmes, Guy Ritchie imzasıyla yeniden karşımızda. Dört roman ve 56 kısa öyküden oluşan Sir Arthur Conan Doyle´un ünlü eseri, polisiye edebiyata ve sinemaya sunulmuş bu değerli armağan, bu kez aksiyon tarafını parlatarak çıkıyor karşımıza. Zekâsını, doğuştan gelen yetenek ve sezgileriyle birleştirmeyi bilmiş ünlü dedektif Sherlock Holmes ve kadim dostu gözü pek Dr. Watson yeni maceralarında, Londra´yı ve belki de bütün dünyayı yok etmek üzere olan gizemli ve kötücül Lord Blackwood ile mücadele ediyorlar. Holmes´ü Robert Downey Jr., Dr. Watson´ı ise Jude Law´ın canlandırdığı yeni uyarlama, iki yıldız oyuncusuyla uzun zamandır büyük merakla beklenen yılın önemli sürprizlerinden biri. Bilindiği üzere, asosyal sayılabilecek çekingen bir dahi olan Sherlock Holmes, derin entelektüel birikimine dayanan tümdengelimci bir yöntemle yaklaşıyor karşısına çıkan gizemli olaylara. Ev arkadaşı, sırdaşı kişilik, hem de Holmes´ün dışa dönük yönünü temsil eden centilmen Dr. Watson ise, her daim onun sırtını kollayan bir emniyet supabı olarak. Guy Ritchie´nin uyarlaması, bildik öyküye ve karakterlere bambaşka bir dinamizm, renk ve atmosfer kazandırmış. Yeni nesil aksiyon yıldızlarını aratmayacak ikili, gizem ve gerilim yüklü maceralarına yeni bir ivmeyle devam ediyorlar. Robert Downey Jr´a ´En İyi Erkek Oyuncu´ dalında Altın Küre adaylığı getiren adrenalin ve aksiyon dolu gizemli macerada Rachel McAdams, Mark Strong ve Eddie Marsan, diğer önemli rolleri üstleniyorlar. Beyazperdede en çok Basil Rathbone (Holmes) ve Nigel Bruce (Dr. Watson) tarafından canlandırılan ikili (1939-1946 yılları arasında çekilen 14 filmde), yeni uyarlamada, ünlü yıldızlar Downey ve Law´un karizmalarıyla ayrı bir albeni kazanmış. Philippe Rousselot´un kamerası, Hans Zimmer´in tema müziği ve filme artı değer katan sanat yönetimi sayesinde yılın ciddi ve başarılı işlerinden birine dönüşmüş Sherlock Holmes. The Dubliners imzalı ´The Rocky Road to Dublin´ adlı şarkıya da özellikle dikkat. Son tahlilde özetlersek; yeni uyarlamanın yapım tasarımı kusursuza yakın. Robert Downey Jr. ve Jude Law´ın kimyası gayet uyumlu ve sorunsuz. Sherlock Holmes ve Watson özelinde yatan bütün detaylar, düzgün kaleme alınmış doğru bir öyküde anlatılmış. Hikâyenin büyüsü izleyiciye geçiyor. Aksiyon, romantizm, mizah ve gerilim, epeyce iyi bir kurguda kendini izlettiriyor. Kaçırmayın!

PITIRCIK
´´Asterix´´ ve ´´Red Kit´´in yaratıcısı René Goscinny´nin özellikle çocuklar için yazdığı bir eseri daha var ki; kimilerimiz için çok da önemlidir üstelik: Pıtırcık… Goscinny´nin kaleme aldığı ve ilk olarak 1959´da basılan kitaptaki çizgilerse Jean-Jacques Sempé´ye aittir. Goscinny-Sempé tarafından yaratılmış ´müthiş kahraman´ Pıtırcık, yayımlanışının 50. yıl dönümü nedeniyle beyazperdeye yansımış. ´Müthiş kahraman´ diyorum çünkü sevimli çocuk, büyümeye çalışmanın bütün zorluklarıyla baş ederken, diğer yandan arkadaşlarıyla birlikte hayatı öğrenmekte. Mizah yüklü sıcacık filmin bir avantajı da, kendi ülkesinden çıkma olması. 60´lı yılların Fransa´sı hemen her ayrıntısıyla perdede duruyor. Küçük bir erkek çocuğu Pıtırcık. Ailesi, arkadaşları, okulu ve önünde dikilip duran hayat, onu büyütüyor. Yeni bir kardeşi olacağını düşünen Pıtırcık, artık yeni hayatının eskisi kadar şaşalı olmayacağını düşünür ve arkadaşlarıyla birlikte hain bir plan hazırlar. Pıtırcık rolünde, Maxime Godart´ı izleyeceğiz. Hemen hepsi nefis birer performans sergileyen küçük oyuncuların yanı sıra, Pıtırcık´ın anne ve babasını canlandıran Valérie Lemercier ile Kad Merad, akılda kalıcı kompozisyonlar çizmişler. Oyuncu kadrosunun sürprizi ise; küçücük bir rolde görünen ´´Koro´´ filminin ünlü aktörü Gérard Jugnot. Yapım tasarımı, dolayısıyla sanat yönetimi epey ciddi bir iş çıkarmış. Dönemin ruhu, filmin hemen her karesine sinmiş… ´Beşte devre onda biter´ günlerimiz… Kukalı saklambaç, yanaktan ilk öpücük, arka bahçe düşleri, boş arsada öteki mahalle ile savaş, Çamlıca gazozları, yazlık sinemalar, kısa pantolonlar, kanayan dizler, daha neler neler. Çocukluğuma döndüm ´Pıtırcık´ ve arkadaşlarının maceralarını izlerken. Kısa da olsa, insanı çocukluğuna geri götüren, o saf, çıkarsız ve temiz dönemi bütün doğallığıyla öykülemeyi başaran film, yediden yetmişe herkes için özel bir keyif ve ruh arınması…

MURAT ERŞAHİN

 



Diğer Yazılar