Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

13 OCAK 2012

12 Ocak 2012 Perşembe 22:35
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Bu hafta vizyon gören beş yeni film de, notlarımız arasında! Lars von Trier imzalı “Melankoli” oldukça önem arz ediyor. Dolu dolu bir hafta sizi bekliyor son tahlilde! Artık biliyorsunuz; kimselerin bilmediği başka bir canlı; ‘sinemadan çıkmış insan’ olarak daha uzun yaşamak sizin elinizde. Sinemadan çıkmayanlarla dolu sokaklarda yok olmamak, bir dakika daha fazla nefes alıp vermek önemli! Herkese iyi seyirler!

EJDERHA DÖVMELİ KIZ
İsveçli yazar Steig Larsson’un, uluslararası arenada çok satan Millenium üçlemesinin ilk romanı “Ejderha Dövmeli Kız / The Girl with the Dragon Tattoo” 2009 yılında Danimarkalı yönetmen Niels Arden Oplev imzasıyla perdeye uyarlanmış ve oldukça ses getirmişti. (Aynı yıl içinde diğer iki kitabın beyazperde uyarlamaları, bu kez İsveçli Daniel Alfredson yönetiminde yansımıştı perdeye) Amerikalılar durur mu; gişe de de oldukça başarılı olan İskandinav işinin yeniden çevrimine el attılar tabii. Yönetmen koltuğunu da; karanlık ve sert filmleri başarıyla kotaran, yaşayan ustalardan birine; David Fincher’a emanet ettiler. Fincher adı, yeniden çevrime doğal olarak bir iddia yüklemiş oldu… Elindeki öyküyü; Amerika’ya taşımamış Fincher; yine İsveç’te, yine aynı isimli karakterlerle çekmiş. Tanıdık film, biraz daha karanlık, biraz daha netameli, şiddet ve seks dozu biraz daha artmış olarak karşımızda. İsveç endüstrisinin kudretli isimlerinden Henrig Vanger (ki filmde usta aktör Christopher Plummer tarafından canlandırılmış) yıllardır kayıp olan yeğeninin akıbetini öğrenmesi için, o sıralar asılsız bir iddia sonucu başı belada olan gazeteci Blomkvist’i görevlendirir. Sıradışı ve tamamen nevi şahsına münhasır bir ‘hacker’ olan Lisbeth Salander de kendini bu gizemli vakanın içinde bulur. İlk filmde, Noomi Rapace’nin eşsiz nüanslarla canlandırdığı Lisbeth karakterini Fincher; Rooney Mara’ya emanet etmiş. Gazeteci Blomkvist rolü ise İsveçli Michael Nyqvist’ten; Daniel Craig’e devrolmuş. Usta İsveçli Stellan Skarsgard ile Robin Wright; kadronun öne çıkan diğer isimleri. Fincher üzerine fazla bir şey söylemeye gerek yok. Hepimizin malumu; gözü, bakışı, zevki, bilgisi, stili olan çok iyi bir yönetmen. Yine oldukça ilgiyle izlenen, son derece temiz bir film çekmiş. Atmosferi başarıyla kurmuş ama… İşte bu ‘ama’, beni iki yıl önceye; orijinal filme götürüyor. ‘İskandinav, özellikle polisiye edebiyatta oldukça sivrilen İsveç mührünün etkisini ve atmosferini, kendine has bir estetik yapıyla perdeye yansıtmaya çalışan yapım, polisiye tatlar anlamında çok yeni bir lezzet içermese de, toplumsal değişim ve bozulmaya yönelik değinmeleriyle izlenebilir olmayı başarıyor’ diye yazmışım orijinal film üzerine… Gereken ağırlık ve önemi vermediğimi fark ettim yapıma. Geç kalmış bir özür bu belki de. Fincher her ne kadar, kendine özgü bir karanlık atmosfer kurmuş ve kuzey ışığını kıvırarak; karakterlerin hislerine odaklanmayı başarmış olsa da; orijinal hikâyenin yaşamsal özelliğini, orijinali gibi yansıtamamış bize. Yani karakterlerin şu ‘mesafe’ durumunu… Özellikle; bambaşka, tuhaf, duyguları alınmış bir canlıyı andıran Lisbeth Salander; bu keza başka biri olarak duruyor karşımızda. Açıkçası, Fincher karakterlerini yaratırken, biraz alaturka, oldukça romantik davranmış; hafif tribüne oynamış. İlk filmdeki tavizsiz anlatım ve öykünün karanlık, tekinsiz kalbine, ruhuna dokunan o özel atmosfer; karanlık olmasına karanlık ama daha başka bir şeye dönüşmüş. Bunu fark etmek için; yeniden çevrimi izlemek gerekiyormuş gibi geldi bana filmin ardından. Sanki bizim beğenmediğimiz, uzak bulduğumuz o soğuk anlatı ve izleyiciyle kurulan bilinçli mesafe; asıl ‘meseleymiş’. Taş yerinde ağır. Kuzeye, başka bir coğrafyaya ait anlatı; oranın gözü, rengi, duruşu, bakışı ve hissiyatıyla değer kazanıyor. Ne denli etkileyici bir uyarlama olursa olsun, eksik kalıyor bir takım şeyler. Doku nakli kolay değil son tahlilde…

MELANKOLİ
Çaresizliğin çürüttüğü, çoktan durmuş yüreklerin yedinci sanatla resmedilen haykırışı. İki kız kardeşin doğal ilişkileri eşliğinde bütün bir insanlık ve dünyanın son günleri… Melancholia gezegeni (gezegenin ismi de müthiş değil mi?) dünyaya yaklaşıp, onu yok etmek üzere. Sayılı saatler arasında sevgi, aşk, boşluk, zorlama, yapmacık ilişkiler, hesaplar ve gerçek bir kaybolmuşluk içinde pes etmiş bir beklentisizlik… Lars Von Trier’in durum tespiti, son derece sarsıcı ve karanlık bir şiir sanki. Allan Poe dizeleri gibi perdedekiler. Sizi, açılış sahnesinin muhteşemliğiyle kavrayacak ve beklenen ‘son’a dek avucundan bırakmayacak bir yapım “Melankoli”. Tanrının, umudun, iyiliğin, sevginin terk ettiği insanoğlu. Bir başınalığın, mutlak yalnızlığın, katlanılmaz acının yüreği çürüttüğü gerçeği. Verecek hiçbir şeyinin kalmaması. Tükenmek… Kız kardeşine ‘aşkla’ bağlı, daha dengeli gibi görünen Claire ve depresyondaki Justine. Aslında bütün o mide bulandırıcı gerçekleri, görünen ‘son’u, sistemin zalimliğini, adaletsizliğini, çıkışsızlığını bilip, kabullenen Justine… İnsanoğlunun doyumsuz yozluğu… Bir kıyametin perde arkasındaki insan zavallılığı. Belirsizlik içine sürüklenen bireylerin, kedere bir kurtarıcı olarak tutunması… Kendimize ve içimizdeki sevgiye kavuşamamış olmaktan ortaya çıkan kinlerimiz. Ümitsizliğin ve tamir edemeyişin verdiği öfke. İnsana verilen zaman sona erdiğinde hazırlıksız yakalanan ruhların teslimiyeti. Acının duru hali. Bilimin ruh üşüten gerçekliği. Gerçek olan tek şeyin ‘görünen’ olduğunu bilmek. Yokluğa varırken, ‘yine de’ birlikte olmanın ürkütücü sıcaklığı. Avrupa Sinema Ödülleri’nde ‘En İyi Film’le birlikte, tamamen hak edilmiş ‘En İyi Görüntü Yönetimi’ ve ‘En İyi Yapım Tasarımı’ ödülleri. Hüzünden bir gelinlik giymiş Kirsten Dunst başta olmak üzere, dev oyuncu kadrosu. Trier’in filmi son tahlilde; bir tarafıyla Ludwig Wittgenstein’ın söz ettiği gibi: ‘Sanki hep birlikte kötüler, hep birlikte de masum…’

DEMİR LEYDİ
80’li yılların tamamına damga vuran isimlerden birini; İngiltere’nin ilk kadın başbakanı Margaret Thatcher’ı perdeye taşıyan dram; Meryl Streep’in müthiş performansıyla öne çıkıyor. “Mamma Mia” ile tanıdığımız İngiliz tiyatro yönetmeni Phyllida Lloyd imzalı yapım, yirminci yüzyılın en güçlü, buna karşılık en tartışmalı figürlerinden birini, hırslı bir bakkal kızını; erkeklerin dünyasında zirveye çıkan kadın politikacıyı öykülüyor. Rusların yakıştırdığı lakapla; ‘demir leydi’ olarak anılan Margaret Thatcher’a olabildiğinde yansız yaklaşmaya çalışan film, bir süre sonra karaktere oldukça ısınıp, kadın başbakanın bütün günahlarını törpülüyor sanki. Siyaset sahnesine damga vurmuş, soğuk savaş döneminin sona ermesinde ve özellikle muhafazakâr ekonomi politiğin zirve yapıp, yeni dünya düzeninin yerleşmesinde önemli payı olan isimlerden Thatcher’ın hayat öyküsünde; biraz acele edilmiş gibi. Bir bakkal kızı olarak karşımıza çıkan Margaret’in, kendi adıyla anılan Thatcherist politikaları uygulamayı öğrendiği Oxford’a girişinin ardından; erkek egemen siyaset sahnesinde kabul görmesi, bunun; özellikle Britanya gibi, geleneklerine son derece bağlı bir yerde gerçekleşmesinin ardında yatan faktörler ve gerçekler üzerinde neredeyse hiç durulmamış. Politikadan çekileli uzun yıllar olmuş, çok sevdiği eşini yitirmiş, bunamanın eşiğinde yaşlı bir kadın olarak karşımıza çıkan Margaret Thatcher’ın geri dönüşlerle anlatılan öyküsünden geriye; tam olarak hakkı verilmemiş bir ev hayatı, eşi ve çocuğuna gerekli zamanı ve sevgiyi ayıramamış hırslı bir kadın portesi ve inandıklarından asla taviz vermeyen acımasız bir politikacı kalıyor. Thatcher’ı siyaset sahnesine getiren yol ve onu demir leydi kılan süreç; fonda dönemin politik yapısıyla harmanlanıp yansısaymış perdeye bambaşka bir iş olurmuş karşımızdaki; ya da; sadece bir eş ve anne olarak; Thatcher’ın ıskaladığı anlar öyküleştirilseymiş; sanki artacakmış gibi filmin etkileyiciliği. Son tahlilde; belki de perdedeki en müthiş performanslarından birini sergileyen Meryl Streep kalıyor geride; büyük resme bakınca. Usta İngiliz Jim Broadbent’i de unutmamalı tabii. ‘Demir leydi’nin, ölümünü kabullenemediği eşi ‘Denis’ rolünde, hiç aşağı kalmıyor Streep’ten.

ZENNE
48. Antalya Film Festivali’nden ‘En İyi İlk Film’, ‘En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’ (Erkan Avcı) ve SİYAD – en iyi film- ödülleriyle ayrılan “Zenne”, Belgesel kökenli Mehmet Binay ve Caner Alper’in ilk kurmaca filmleri. Eşcinsel olduğu gerekçesiyle babası tarafından öldürülen Ahmet Yıldız’ın gerçek hikâyesine dayanan senaryo; genel anlamda ‘öteki’ olma meselesine bakıyor özünde. Fakat bu bakış, bazı anlar provokatif bir durumda seyrediyor ve öykünün üzerine çıkıyor. İddialı biçimse, anlatıyı desteklemekten çok bir abartı gibi duruyor perdede. Özdeki naif durum kayboldukça; uzaklaşıyorsunuz meseleden. Antalya festivali sonrası film üzerine aldığımız notlar aynen geçerli: ‘ “Zenne”, birçok eksisine rağmen yarışma filmlerinin, “Nar” ile birlikte iyilerindendi. Başrol oyuncularından birinin, ‘yardımcı oyuncu’ olarak ödüllendirilmesi de tartışılabilir. “Zenne”ciler, fazla ilgi ve alkışın etkisinde kalmadan, hevesle ve mütevazılıkla sinema yapmaya devam etmeliler.’ Toplumda; ‘öteki’ olmanın dayanılmaz ağırlığına işaret eden benzer yapım, Emre Yalgın imzalı “Teslimiyet”, daha samimi, daha hakiki ve daha sıcaktı sanki. Aynı şarkısı gibi: ‘Yağmur öncesi gibi…’

ÇİZMELİ KEDİ
Ana karakterlerin arasından sıyrılan ve kendi filmini yaratan animasyon kahramanları kervanının yeni üyesi; “Shrek” serisinin çizmeli kedisi. Ünlü masal kahramanı, “Shrek” serisindeki melül melül bakışlarıyla hatırı sayılır bir hayran kitlesi edinmişti kendine. Charles Perrault tarafından 1697’de derlenen ‘Anne Kazın Hikâyeleri’nde ve 1634’te Giambattista Basile tarafından toplanan Avrupa halk öykülerinde yer almakta şövalye ruhlu Çizmeli Kedi. Yapımcılar, yönetmen koltuğuna, “Shrek 3” ile tanıdığımız Chris Miller’ı oturtup yola çıkmışlar. Bu arada yapımcılar arasında; Meksikalı usta sinemacı Guillermo del Toro’nun da yer aldığını önemle belirtelim. Del Toro, bu kez birçok ünlü oyuncuyla birlikte seslendirme kadrosunda da yer almış. ‘Çizmeli Kedi’yi orijinal dilinde yine Antonio Banderas konuşuyor. (Ülkemizde, Türkçe seslendirmeli olarak izleyeceğimiz yapımda, Banderas’ın adına sadece son jeneriklerde rastlayabilirsiniz anlayacağınız.) ‘Jack ve Fasulye Sırığı’ başta olmak üzere birçok kuzey ve batı Avrupa masalından oluşturulmuş öyküyle, şipşirin kahramanlar sayesinde; ciddi bir bütünlüğe sahip, orijinal bir film çıkmış ortaya. Çizmeli Kedi, yetimhane günlerinden arkadaşı yumurta Humpty Dumpty ve güzel dişi kedi Kitty Yumuşakpati, ana kahramanlar olarak öne çıkıyor sevimli animasyonda. Altın Küre’de ve muhtemelen yakında açıklanacak olan Oscar ödüllerinde ‘En İyi Animasyon Filmi’ adayı olacak yapım, sadece küçüklere değil, hemen her yaştaki sinemasevere hitap ediyor. Özenli soundtrack filmin albenisini artırıyor.
MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar