Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

11 ŞUBAT 2011

02 Nisan 2011 Cumartesi 23:03
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

11 Şubat haftası, dört yeni filmle merhaba diyor… Yedi dalda Oscar için yarışan ´´Dövüşçü´´, Anthony Hopkins´li korku ´´Ayin´´, efsane atın öyküsü ´´Şampiyon´´ ve yerli yapım ´´İncir Reçeli´´. Hepsi notlarımız arasında. İyi seyirler!

DÖVÜŞÇÜ
ABD´nin kuzeydoğu kıyısında, New England bölgesinde, Massachusetts eyaletinin başkenti Boston´un banliyölerinden Lowell´dayız. İrlandalı bir aile ile tanışıyoruz. İşçi sınıfından bir aile. Lowell´in medarı iftiharı, ´yıkık´ efsane Dickie Eklund, ringlerden uzakta kalmış ama ´eski´ günlerine geri dönüp, şampiyon olmayı umut eden bir ağabey. Uyuşturucu, kötü arkadaşlar, şartlar yok etmiş onu. Kardeşi Micky Ward ise iyi bir boksör adayı. Kendisini çalıştıran Dickie´ye çok güveniyor. Menajeri ise annesi Alice Ward. Micky, yedi kız kardeşi, babası, aşık olduğu Charlene arasında, yırtmayı umut ediyor. Daha iyi bir daireye taşınmayı, kızını daha çok görmeyi. Üst üste kazanıp şampiyon olmayı… Beyaz işçi nüfusun ağırlıkta olduğu Lowell, filmin en önemli oyuncusu belki de. Sokaklarındaki insanlar, bizim İrlandalı kalabalık aile, müdavimlerin devam ettiği bar, umutlar, çaresizlik, düşüşler, kalkışlar, dostluk, kardeşlik, aşk ve aile... Birlikte olmak ve birlikte kalmanın hayati önemi. Bütün mesele kafa-beden-kafa-beden… Kafaya atılan yumruk değil, ardından vücuda vurulan sert darbe etkilidir. Düşüşten sonra kalkmayı bilmek. Sistemin, sokakların, onca yoksulluğun, ihmalin, eğitimsizliğin, yoksunluğun, kadersizliğin karşısında yumruklarınla mücadele edip kazanmak gerekir. Emekçi ve gururlu sınıfın olacaktır zafer. Onlar, kameraları, kalemleri, bütün silahlarıyla Lowell sokaklarındaki ´yırtamamışları´ kötü bir örnek olarak göstere dursunlar, son yumrukları sallayıp, rakibi yıkacak güç içimizde bir yerdedir oysa. Artık vakti gelmiştir. Her zaman kaybedilmez. Christian Bale´in inanılmaz Dickie performansı, Melissa Leo´nun aynı çılgınlıktaki ´dominant anne´si, sonra Amy Adams´ın gerçekçi şefkati, Mark Wahlberg´in basın toplantısındaki ´o müthiş pis bakışı´... ´´Three Kings / Üç Kral´´ ve ´´I Heart Huckabees / Tesadüfler´´ filmlerinden anımsayacağınız David O. Russell imzalı biyografik dram, her karesine hüzün sinmiş bir yapım. 1980´li yılların ortasından gerçekçi bir sınıf mücadelesi. Sıkı rock´ın hâkim olduğu Soundtrack´de çok çok iyi. Hayatı nakavt etmeye çalışan ve ringe havlu atmayan bir film.

ŞAMPİYON
Efsanevi Amerikan yarış atlarının öyküleri, beyazperdenin, özellikle Hollywood´un sevdiği temalar arasında. 2003 tarihli ´´Seabiscuit / Zafer Yolu´´, ABD´de yaşanan büyük bunalım zamanında, insanlara ümit veren bir yarış atının öyküsünü anlatıyordu. ´´Braveheart / Cesur Yürek´´in senaristi olarak tanınan Randall Wallace´ın yönettiği biyografik dram, 1973´te ABD´nin en önemli at yarışı olan Triple Crown´ı (safkan atların yarıştığı üç aşamalı yarış) kazanan efsane yarış atı Secretariat´ın hikâyesi. Aslında, erkek dünyasında var olmaya çalışan at sahibi Penny Chenery´nin öyküsü. Diane Lane´in canlandırdığı güçlü kadın karakter, soğuk savaş dönemindeki muhafazakâr ABD´de türlü imkânsızlılar karşısında ideali için mücadele veren bir kahramana dönüşüyor. Dönemin devrimci ruhu, özgürlükçü değişim hareketleri fonda fazla suya sabuna dokunmadan verilmiş. Wallace´ın yaptığı işlerden (´´Pearl Harbour´´un senaryosu, ´´We Were Soldiers / Bir Zamanlar Askerdik´´ filmindeki yönetmenliği) ´fazla Amerikalı bir vatansever´ olduğu düşünülürse, perdede izlediklerimiz onun adına ilerici bir hamle sayılabilir. Güzelliğinden ve ´klasından´ en ufak bir detay yitirmeyip, yıllar içinde üzerine koyan Diane Lane´nin güçlü performansına, usta aktör John Malkovich aynı şıklıkla eşlik ediyor. Yarış atının adını bulan emektar sekreter rolünde Margo Martindale´de çok ince nüanslarla oynuyor. Çekim kalitesi ve dönemi başarıyla yansıtan sanat yönetimi, özellikle kostümler müthiş. İlgi ve heyecanla izlenen ´hoş´ bir film. Bir de ülkemizde, 70´li yıllarda efsane bir at vardı. Adı; Doktor Seferof. Hüzünle düştü aklıma filmin ardından. Veliefendi´de güzel günlerdi. Hipodromun naifliği bütün bir dünyaydı sanki. Küçüktüm. Mahallenin at yarışlarına meraklı ağabeyleriyle birlikte doldurduğumuz ganyanlar… At koşup, baht kazanıyordu… 79´da Gazi koşusunu kazanırken Mümin Çılgın biniyordu Doktor Seferof´a. Yıllar çabuk geçiyordu…

AYİN
William Peter Blatty, korku klasiği ´´Şeytan´´ı yazmasaydı, William Friedkin´de 1973´te aynı adlı gelmiş geçmiş en ürkütücü filme imza atmasaydı beyazperde şeytan teması bakımından yoksullaşırdı. Bu bir gerçek. ´´The Exorcist´´in açtığı güvenli yoldan ilerleyip perdeye yansıyan yüzlerce yapımdan biri de İsveçli yönetmen Mikael Håfström imzası taşıyan ´´The Rite / Ayin´´. Ülkesinde yönettiği ´´Ondskan / Şeytana Karşı´´ filmiyle ünlenen, kısa sürede Hollywood´un dikkatini çekip, yeni dünyaya transfer olan İsveçli, peş peşe ´´Derailed / Raydan Çıkanlar´´ ve ´´1408´´ adlı gerilim-korku filmlerini yönetmiş, başarılı bulunmuştu. Kötü ve karanlık olanla, insandaki şeytani tarafla ilgilenen bir sinemacı Håfström. Projenin ona emanet edilmesinde, daha önceki işlerinin ve kötücüllüğe yaklaşımının epey katkısı olduğu düşünülebilir. Gazeteci Matt Baglio´nun, Vatikan´da şeytan çıkarma eğitimi alan bir rahipten öğrendiklerini yazdığı kitabından yola çıkarak perdeye uyarlanan korku-gerilim ağırlıklı dram, gerçekçilik ve doğallıktan taviz vermemeyi planlasa da, sıradanın üstüne çıkmayı başaramıyor. Anthony Hopkins´in alışageldik üstün performansına, Roma ve Vatikan sokaklarının kolaylık sağladığı İsveçli yönetmenin titiz atmosfer çalışması ve İskandinav teknik disiplinine rağmen ´eh işte´ statüsünden kurtulamayan bir film var karşımızda. Nedense, şeytan ve şeytan çıkarma durumlarına çok meraklı olan bizim izleyici tarafından ilgi göreceği su götürmez olan filmde, başrolü üstlenen genç İrlandalı aktör Colin O´Donoghue, gelecek adına umut vaat eden bir yüz ve figür olarak duruyor perdede.

İNCİR REÇELİ
Aşk filmi çekemiyorlar… Romantizm zor zanaat… İnandırıcı değil durumlar. Hiç aşık olmamış gibi, dengeleri bozulmamış gibi… Ağlamak, bir boşluğa sarılmak, aykırı oluşlar, o özel anlar, kaybetmek değil sadece durum. Daha başka, içi daha dolu şeyler yansımalı perdeye. Sahici olmalı. ´´İncir Reçeli´´, ´´Aşk Tesadüfleri Sever´´in üzerinde değil anlayacağınız. Daha mütevazı gibi duruyor ama var işte; bunda da hesap var. Hesapsız olmalı aşk halbuki. Yaşamayan karakterler. Yan karakterler zaten tamamen ´yazılmışlar´, ´yoklar´… Ana karakterler Metin ve Duygu´yu geçtik; Kapıcı Cemil, şarkıcı Lisa, yakın arkadaş Erol; karikatür gibiler. Oysa hikâyeleri nerelere gidebilir. Yahu; şu Hollywood filmlerinden on tane üst üste izleseniz daha iyi ´karakter´, ´durum´ yazarsınız gibime geliyor. Şu yaratım sorunu meselesi… Bir de karakterler sıcak değil, sevimli değil. Bir sosyal sorumluluk projesi var perdede; elde değil…

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar