Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

11 MART 2016

10 Mart 2016 Perşembe 21:56
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Haftanın beraberinde getirdiği yeni film sayısı altı. Yerli filmlerin öne çıktığı, bol alternatifli bir hafta bizi bekliyor. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Herkese iyi seyirler.

ANNEMİN YARASI
En sonda söyleyeceğimizi, başta söylemek daha doğru olacak! Temiz, titiz çekilmiş, tasarlanmış fakat meselesinin özüne inemeyen bir film olmuş ‘Annemin Yarası’. Yoğunluk ve duygu yetersiz zira. Salih, büyüdüğü yetimhaneyi on sekiz yaşında, ailesini bulma ümidiyle terk eder. Geçmişinde yatan acı gerçeği öğrenip, babasını bulup yüzleşmek üzere bir çiftlikte işe başlar. Kendisine bir yuva bulduğunu düşündüğünde, geçmişin gizli ve karanlık gerçeği ortaya çıkar. Özellikle üçüncü uzun metrajı ‘Silsile’ ile dikkat çeken Ozan Kızıltan’ın yönettiği dramın senaryo ekibinde yine Kızıltan’ın yanı sıra, Ozan Güven, Uygar Şirin, Fethi Kantarcı, Funda Çetin ve Mehmet Akif Turgut isimlerine rastlıyoruz. Çekimleri, Sırbistan, Hırvatistan, Bosna Hersek ve Türkiye’de gerçekleşen yerli dram, yürek söken çetin bir trajediye, eski Yugoslavya’daki acı ve kan dolu iç savaş sonrasına bakarken, geçmişin suç ve ceza gerçeğini, yaşanmış birçok örneği olan elem dolu bir öyküde yansıtıyor perdeye. BKM yapımcılığında çekilmiş dramın önemli rollerini ise, Ozan Güven, Bora Akkaş, Meryem Uzerli, Belçim Bilgin ve Okan Yalabık üstleniyorlar. İnsanlığın bittiği noktada işlenen suçlar, sıfırlanan insanlık, kadersizlik, umut ve üşüten gerçekler… Bu denli önemli bir öyküye yoğunlaşmak istiyorsunuz ister istemez ama sürekli dışarıda kalıyorsunuz. Acı tablonun duygusu, size tam olarak geçemiyor perdeden. Özü ötelenmiş çünkü durumun. Geçiştirilme, üzerine tam durulamama, karakterlerin dünyasının ortasına düşememe gerçeği var karşımızda. Bütün teknik detayına, tertemiz işçiliğine, animatronik ve dijital işlemlerle incelikle değinilmiş ve yaratılmış sahnelere rağmen, duygusu ve içeriği bir televizyon filmi ruhuna sahip perdedeki filmin. Yakın tarihte yaşanmış ve birçok gerçek örneği olan mesele üzerine çekilmiş o denli çok etkileyici örnek seyretmişken sonra; mesela, ‘Grbavica / Esma’nın Sırrı’nı söyleyebiliriz hemen! Jasmila Zbanic imzalı 2006 tarihli dram, yürek yakan meseleye ne denli gerçek yaklaşmıştı. Doğaldı ve ruhumuzda duyuyorduk acıyı. Kemiklerimizde, içimizde. Bu kez bakıyoruz ama olmuyor, içselleşmiyor acılar. (2,5 / 5)

HASRET
İstanbul’a küçük bir TV kanalı adına, Almanya’dan bir belgesel çekimi için gelen yönetmen ve ekibi, büyülü şehrin farklı dokularını keşfetmeye başlayınca, çektiklerin ‘şeyin’ ne olduğu konusunda bir bilinmezin avucuna düşerler. İstanbul, olanca hüznü ve gizemiyle yönetmen için bir takıntı halini alınca, ekibi tarafından terkedilen yönetmen, bu ‘özel’ şehirden kaçamayacağını anlar. 34. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin ‘Uluslararası Yarışma’ bölümünde Altın Lale için yarışan Türkiye-Almanya ortak yapımı, Ben Hopkins imzası taşıyor. 2008’de Antalya Altın Portakal’da Pazar - Bir Ticaret Masalı’ adlı kurmacası ile en iyi film dahil dört ödül kazanan Ben Hopkins, bu kez, orijinal adıyla bir ‘mockumentary / yalancı-kurgusal belgesel’ ile beyazperdede. Aslına bakacak olursak, ruhu ve yapısı itibariyle, daha çok bir kurmaca Almanca ismiyle ‘Sehnsucht’. Belgesel, kurmaca belgesel, kurmaca, her ne dersek diyelim, son derece kişilikli, düzgün, doğru ve iyi çekilmiş bir film ‘Hasret’. Adını, 1930’lu yılların hüzünlü bir tangosundan alan film, İstanbul’a ve onun ruhuna bir saygı duruşu niteliğinde. Sosyoekonomik ve siyasi görünümüyle şehirlerin şehri İstanbul… Şehrin geçmişi ve hızla bozulan dokusuyla bugünü. Eski mahallelerin yıkılması ve modern-popüler adıyla kentsel dönüşümü, yenilenmesi, göçmen işçiler, şehrin sosyal yapısı, hükümet karşıtı direniş görüntüleri, şehirde yaşayan farklı dinler ve topluluklar, İstanbul’un gizemli ve çözülemeyen melankolik ruhu. Özetle, yaşlı şehrin özü! Milyonlarca İstanbul var diyen film, yaşayanları, ölüleri, hayaletleri, yani bütün sakinleriyle bir geçmişin izini günümüzde sürüyor. Ne kadar yara alırsa alsın, terk etmesi kuşkusuz mümkün olmayan kenttir İstanbul diyor yapım, üstelik bu şehirde 99 gün geçirdiyseniz, artık iflah olmazsınız! İzleyeni koltuğa çivileyen koyu bir hüznün; sizi; salondan sokaklara taşıyacağı özenli, mesele sahibi ve içli yapıma kayıtsız kalmayın. Bir de bu şehrin sakini olup, şehre aitseniz; asla! (4 / 5)

UYUMSUZ SERİSİ: YANDAŞ BÖLÜM 1
Veronica Roth adlı yazarın, çok satan, aynı adlı popüler romanından perdeye uyarlanan bilimkurgu-macera, özellikle benzeri öykülerin müptelası olan genç kızların ilgisine mazhar olacak romantik tatlar da içermekte. Öncelikle serinin ilk iki filmi; 2014 tarihli ‘Divergent / Uyumsuz’ ve 2015 yapımı ‘Insurgent / Kuralsız’ı anımsayalım. Distopik bir öykü içeren ilk bölümün politik yanı da epey güçlüydü. Karanlık bir distopya ortamında başlıyordu film. Nükleer savaş sonrası geriye kalan toplum, beşe bölünmüştü. Görünürde, eşitlikçi ve özgürlükçü olan fakat bir kast sistemi şeklinde oluşturulmuş, sınıfsal bir toplumdu bu. Kanunu koruyan kolluk kuvveti olan ‘cesurlar’, yürütmeyi temsil eden aydın ‘fedakarlar’, otoriteyi temsil eden, ilim ve bilimle de ilgili olan seçkinler, çiftçilik ve üretimle uğraşan nazikler ve adaleti temsil eden doğrucular. Gençler, belli bir yaşa geldiklerinde hangi sınıfı seçeceklerine karar vermek zorundaydılar. Uygulanan test sonucu, her gence, ona en uygun bölümü gösteren yetkililer, gençlerin ömürlerini geçirecekleri sınıflardaki mutluluklarının, toplumsal huzuru da beraberinde getireceğini düşünmekteydiler. Kahramanımız Tris ise, yapılan test sonucu ‘uyumsuz’ çıkmıştı. O, farklıydı; hemen her sınıf ve bölüme ait hissetmekteydi kendini. ‘Cesurlar’a katılan Tris, hayatına; kolluk gücü bünyesinde devam edebilmek için, zorlu fiziksel ve psikolojik testlerden geçmek zorunda kaldı. ‘Uyumsuz’ olmanın cezası ise ölümdü. Bu sırrı gizlemek zorunda olan Tris, kısa süre içinde, bambaşka ve karanlık bir gerçeğin farkına varıyor ve halkın geleceği adına mücadele ederken buluyordu kendini. Faşist ve otoriter bir sistem tablosuna dönüşen büyük resim, gezegenimizi ilgilendiren, son derece güncel politik göndermelere, değinilere sahipti. 2006 tarihli ‘The Illusionist / Sihirbaz’ ve 2011 yapımı ‘Limitless / Limit Yok’ filmleriyle tanıdığımız Neil Burger’in yönetmen koltuğunda oturduğu popüler yapımın başrolünde ise, 1991 doğumlu aktris Shailene Woodley yer alıyordu. Shailene Woodley’e, yakışıklı İngiliz aktör Theo James, Jai Courtney ve Lenny Kravitz ile Lisa Bonet’in kızları, Zoë Kravitz eşlik ediyorlardı. Usta aktris Kate Winslet ve Ashley Judd, kadronun ünlü isimleriydiler. 2015 yapımı ‘Insurgent / Kuralsız’, ilk filmin kaldığı yerden devam ediyordu. Aynı ilk film gibi, duvarlarla çevrili Chicago kentindeydik. Tris’in kişisel tercihi, bir devrimi tetiklerken, isyan, var olan düzeni tehdit edici boyutlara ulaşıyordu. Yükselen aksiyon ve tansiyonuyla perdeye yansıyan devam filmini, 2002 yapımı ilk uzun metrajı ‘Tattoo / Dövme’, ‘Fightplan / Uçuş Planı’, ‘The Time Traveler’s Wife / Zaman Yolcusunun Karısı’ ve ‘Red’, ‘R.I.P.D. / Ölümsüz Polisler’ gibi farklı türden sürükleyici filmleriyle tanınan Alman yönetmen Robert Schwentke imzalamıştı. Başrol oyuncularının öyküyü sürdürdüğü filmin oyuncu kadrosuna eklenen ünlü isimse, Naomi Watts olmuştu. Serinin yeni halkası ise iki bölüm halinde ziyaret edecek sinemaları. Toplamda serinin üçüncü filmi olan yapımda, kahramanlarımız Tris ve Dört, öncekinden çok daha netameli bir dünyada, tehlikenin kucağında buluyorlar kendilerini. Chicago’yu çevreleyen duvarların dışında, sadece evlerini değil, bütün insanlığı tehdit eden bir gerçek yatmakta. Cesaret, fedakarlık, sadakat, seçenekler ve aşk… Aksiyonu yerinde yeni filme eklenen oyuncular ise usta isim Jeff Daniels ve bir başka usta; İsveçli oyuncu Stellan Skarsgård’ın, oyuncu oğullarından Bill Skarsgård. Politik noktaları, aksiyonu romantizmle birleştiren yapısı ve başarılı atmosferiyle, ilgiye değer bir seri belki perdede duran. En büyük problemi ise, bir yerlerden fazlasıyla tanıdık oluşu. Özellikle ilk gençliklerini süren hayranlarının çok sevdiği benzer popüler eserlerden biri. Kendisinden önce beyazperdeye yansıyan, benzer yapımların, ‘Twilight / Alacakaranlık’ serisi, ‘The Hunger Games / Açlık Oyunları’ serisi ve ‘The Mortal Instruments: City of Bones / Ölümcül Oyuncaklar: Kemikler Şehri’ filmlerinin adeta yeni bir eklemi, bir türevi şeklinde film. Güçlü yapım tasarımına rağmen, bildik formüller ve gidişatla, ısıtılıp servis edilen bir sanayi yemeği lezzetine dönüşüyor bir yerden sonra. (2,5 / 5)

NACİYE
Adadaki eski ev, Naciye’nin sığınağı, sırlarını sakladığı yuvasıdır. Kocasının, kendisinden habersiz kiraladığı bu ‘sahipli’ eve gelen Bengi de hamiledir ve evde geçirilen gecede ürkütücü bir gerçekle karşılaşacaktır. Lütfü Emre Çiçek’in yazıp yönettiği yerli korku-gerilim denemesi, türün birçok örneğini içeren bir kolaj şeklinde kotarılma maksadıyla planlanmış. Öncelikle adada bir ev bulunmuş ve eldeki hikaye, evin içine yerleştirilmeye çalışılmış. Asıl problem de burada başlıyor kanımca. Öykünün içerdiği, vaat ettiği ayrıntı ve bilgiler, geçiştirilmiş veya göz ardı edilmiş. Anlatımdaki sarkmalar ve kurulamayan tempo, incelikle ve son derece zarif kullanılması gereken mekanın hoyratça geçiştirilmesiyle birleşince, prematüre bir yapım çıkıyor karşımıza. ‘Naciye’nin öyküsünde yer alan karanlık ve sinemamızda alışık olmadığımız mevzu ve meseleler de, güme gidiyor böylece. Bir organizma gibi kullanılması gereken ev, ışık ve sesin gelişigüzel sahne almasıyla tamamen arka plana düşüyor. Dolayısıyla karakterler de öyle. Dünya sinemasında binlercesi çekilmiş, keskin bir dramla çevrelenmiş korku öyküsünün yerli örneği, çok daha farklı olabilirdi elbet. Tamamen, başrolü üstlenen usta aktris Derya Alabora’nın omuzlarına bırakılmış, atmosferi kurulamamış, biçimi belirlenememiş, kaçırılmış bir fırsat özetle. Bir de şu kulaklarda çınlayan ve perdeye odaklanmanızı bir şekilde engelleyen, olur olmaz, son derece ‘fena’ müzik, hatta ses kullanımı yok mu… (1,5 / 5)

Haftanın notlarımız arasında yer alamayan iki yapımı ise, Şafak Sezer’li yerli komedi serisinin yeni halkası ‘Kolpaçino 3. Devre’ ile Sarah Jessica Parker’ın başrolde yer aldığı İtalya-ABD ortak yapımı romantik komedi ‘All Roads Lead to Rome / Roma’da Aşk Başkadır’. Tekrar iyi seyirler! MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar