Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

11 KASIM 2011

10 Kasım 2011 Perşembe 22:31
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Dört filmlik haftanın notlarımız arasında olmayan tek yapımı, Ali Özgentürk imzalı “Görünmeyen”… Sinemadan dışarı çıktığınızda, başkalarının pek dikkat etmediği o ‘gerçek insan’a dönüşüyorsunuz; biliyorsunuz artık. ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ı daha uzun süre yaşatmak gerek. Sokağın sıradanlığına, basitliğine hemen yenik düşmesin. Umutla, sevgiyle baksın etrafa. Görüyorsunuz; sokak, dünya, sinemadan çıkmayanlarla dolu. İyi ki var sinema. Herkese iyi seyirler!

ÖLÜMSÜZLER
“300” ün yapımcılarından yine görkemli bir efekt şöleni. Destansı bir savaş ve kahramanlık öyküsü anlatılıyor bir kez daha. Bu kez tanrılar ve insanlar yan yana dövüşüyorlar. Tarsem Singh, sanki mitolojiyi resimleştirmiş. “Hücre / The Cell” ve “Düşüş / Tha Fall” adlı filmlerden tanıdığımız, biçime oldukça önem veren Hint asıllı titiz yönetmen Singh, insanlar ve tanrılar arasındaki ilişkiden yola çıkarak, ‘esatir’e ve geleneksek masallara değinmiş. Mitolojide, ikinci kuşak tanrılarını yenen, yer altındaki devlerden gök gürültüsü, şimşek ve yıldırımı aldıktan sonra Olympos tanrılarının egemenliğini kuran Zeus, çocuklarıyla birlikte Titan’larla da savaşır. İnsan soyunun devamı için Zeus da kurban verir çocuklarını. Üç boyutlu fantastik aksiyon, içindeki incelikli drama, bütün bu mitolojik detayları da eklemiş. Acımasız kral Hyperion, insanlığı yok edip, yeryüzünün tek hâkimi olmak istemektedir. Olympos’un tanrılarını yok etmektir asıl amacı. Çünkü o tanrılardır insanlara kol kanat geren. Ölümlü, sıradan bir köylü olan Theseus, Olympos sakinlerinin de yardımıyla Hyperion ve ordusuna karşı destansı bir mücadele verecektir. Yeni Süpermen olarak izleyeceğimiz sadece kaslı değil, epey yetenekli aktör Henry Cavill’i başrole taşıyan son derece sürükleyici ve gösterişli yapımda, kötü kral Hyperion’u, Mickey Rourke başarıyla canlandırıyor. Mükemmel bir estetikle detaylanmış yapım tasarımı, iyi yazılmış, yönetilmiş ve kurgulanmış öyküye, artı değer katıyor. Grafik bir şiddet eşlik ediyor perdedeki zarafet törenine. Bu arada, barış zamanları çocuklar babalarını gömerler. Savaş zamanları ise babalar çocuklarını. Tanrılar için de değişmez bu!

BENİ UNUTMA
Hikâyesini ve senaryosunu, sinema yazarı dostum Burak Göral’ın kaleme aldığı romantik dram, sonuna kadar karşılıksız sevmeyi ve sevdiğin için gidebileceğin yerin haritalardaki işaretsizliğini öykülüyor. Bunu yaparken, izleyiciyi ikna etmeyi pek fazla becerdiği söylenemez ancak. Bir kadın avcısı olarak tanınan erkek karakterin geçmişine götürmüyor bizi öykü. ‘Başıma gelenler, hayatımdaki kadınlara çektirdiğim acılar yüzünden’ diyen karakter, bu konuda bizi ikna etmekte zorlanıyor. Onu tamamen değiştiren ‘yeni ve gerçek aşk’ meselesinde, yani erkeğin değişim öyküsünde hem fikir olamıyoruz filmin yaratıcılarıyla. Yan karakterler üzerine de fazla çalışılmamış. Biraz sert çizgili bireyler, oluşlar geçidi yansıyor perdeye. Büyük laflar, özlü sözler etmek için birbiriyle yarışan birçok karakter… Sade, yalın, hayatın ritminden sekanslar çıkmıyor karşımıza. Buna karşılık filmin naif, duygusal tonundan söz etmek zor değil. İçten gelen bir temizliği, dürüstlüğü ve duygusal tarafı var filmin. Fakat altı çizilen fedakârlıklar, ne derece inandırıcı ve ne kadar fedakârlık; orası tartışılır işte. Bir de ‘sınıf’ meselesi. Erkek karakterin, sevdiği kadına, ‘annesinin, eski sevgilisini sevdiğini, çünkü aynı ‘sınıftan’ olduklarını’ söylediği sahnenin altı çok boş. Neredeyse apolitik denebilecek bireyler ve oluşlar, böyle aniden zorlama ve temelsiz bir sınıf meselesine neden değinirler, bu biraz yama gibi duruyor filmde. “Takva” ile beğenilen Özer Kızıltan’ın yönetmenlik anlamında filme bir katkı sağladığı söylenemez. Mert Fırat, elinden geleni yapmaya çalışıyor fakat Açelya Devrim Yılhan, filmin ilk sahnesinden finale dek aynı ifadeyle duruyor perdede. Oyuncunun, problemli, donuk ifadesine alıştığımız için, gelişme bölümlerindeki hastalık süreci bizi şaşırtmıyor. Sıcaklık sorunu filmin en büyük handikaplarından biri. Göral’ın senaryo macerasının sürmesini samimiyetle dilediğim için, çuvaldızla yazdım bu satırları.


GELECEK UZUN SÜRER
Özcan Alper’in kocaman yürekli ilk filmi “Sonbahar” için hepimiz çok güzel satırlar yazdık. En güzellerinden birini ise meslektaşım Uğur Vardan imzaladı: ‘Her ömre bir sonbahar yeter’. Bazen olur, bazen zorlu koşullar içinde, onca yoksulluk varken, tamamen kalbinizi koyduğunuz ilk filminiz apayrı bir yer edinir yüreklerde. Bambaşka, güçlü, umut yayan, özel bir şiirdir ilk filminiz. Böylece, zorlu bir yola girersiniz. Herkes beklemektedir. İkinci filminizle en az “Sonbahar”da olduğu gibi bir ses çıkacaktır perdeden. Ve çıkagelir film. Özcan Alper’in yazıp yönettiği ikinci filmi “Gelecek Uzun Sürer”, maalesef “Sonbahar” kadar güçlü ve etkileyici gelmedi bana. Hatları kabaydı senaryonun. Diyaloglar, oluşlar, alıntılar yama gibiydi çoğu zaman. Fazlalıklar vardı öyküde. Karakterler değil, Özcan Alper konuşuyordu bazı anlarında filmin. “Sonbahar”ın naif gücü, bu kez hoyrat bir oluşa bırakmıştı yerini. Bunun yanı sıra, iyi bir yönetmenin ayak seslerini duyabiliyordunuz yine. Feza Çaldıran’la birlikte perdeye yansıyan o müthiş resimler, planlar, kesmeler. Yönetmenin, filmin meselesine olan inancı ve romantizmi, direkt hissediliyordu koltuktan. Duygular bir yere kadar geçiyordu size de. Sinema duygusu ve tema bir araya geliyordu Alper’in filminde. Ama işte; daha ince, daha sakin, daha olgun bir sinema bekleniyordu Özcan Alper’den. Yarım kalmış bir şeyler vardı filmde ve 112 dakika boyunca rahatsız edip durdu beni o eksik şeyler. Ana karakterin finaldeki geleceğe doğru olan yürüyüşü, filmin en önemli anıydı. Adını, Marksist düşünür Althusser’in (1918-1990) ünlü kitabından esin alan politik dram, belki fikri olmayanları, Althusser’in ideoloji ve özne ilişkisi, sınıf mücadelesi ve genel felsefesi üzerine bilgi edinmeye de yönlendirebilir.
MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar