Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

03 ŞUBAT 2012

02 Şubat 2012 Perşembe 23:05
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Merhaba! Bu hafta vizyon gören altı yeni filmden beşi, notlarımız arasında. İzleme şansı bulamadığımız tek yapım ise; ‘Türkiye’nin ilk kuantum filmi’ olma iddiasındaki “Eşruhumun Eşzamanı”… “Utanç”, “Kevin Hakkında Konuşmalıyız” ve “Savaş Atı”, haftanın dikkat çeken yapımları. İçinizde yaşayan ‘sinemadan çıkmış insana’ iyi bakın. Artık biliyorsunuz; sokak, sinemadan çıkmayanlarla dolu! Herkese iyi seyirler!

UTANÇ
2008 tarihli ilk filmi “Açlık / Hunger” ile bağrımıza bastığımız Steve McQuenn’in merakla beklediğimiz yeni filmi karşımızda nihayet. İngiliz sinemacı bu kez New York’ta geçen sarsıcı bir dram yazıp yönetmiş. Başrolü de, yine “Açlık”da olduğu gibi müthiş aktör Michael Fassbender’e vermiş. New York’ta yaşayan seks bağımlısı Brandon’un geçmişiyle ilintili çok ciddi sorunları vardır. Cinsellik takıntısını tetikleyen ‘şeyden’, özel hayatından utanmaktadır. Günün birinde, görüşmek istemediği kız kardeşini evde bulunca, sıkıntı duyduğu her şey daha çetrefilli bir hale girer. Otuzlu yaşlarını bitirmekte olan Brandon, duygusal anlamda bir şeyler hissettikleriyle asla hiçbir ilişki kuramamaktadır. Yok edici, içgüdüsel cinsellikle, anlık dürtülerle yatıştırmaktadır utancını, öfkesini. İçindeki yaratığı öyle beslemektedir… Aynı Fassbender gibi yine olağanüstü nüanslarla oynayan Carey Mulligan’da akıldan çıkması zor anlar yaratıyor. Kız kardeşin tarifi zor bir kırılganlıkla söylediği şarkıda, ağabeyin döktüğü tek damla gözyaşı… ‘New York, New York’ bu denli hüzünlü gelmiş miydi hiç kulağınıza? Müthiş mat, donuk, mekanik, hızlı akan, tüketen, mesafeli büyük şehir fonunda anlatılan, kalpteki acıya ait bir öykü izlediğimiz. Utanması gerekenlerin asla utanmadığı, her türlü ilişkinin insani olan her şeye sırtını döndüğü, yüzsüz ve kişiliksiz oluşların tavan yaptığı yerde; utancından dolayı yok olmak isteyen, bunu da yapabildiği tek yolla yapmaya çalışan bir adamın trajedisi. Toplumsal ahlak üzerine provokatif, özgür ve insanca bir bakış. Venedik Film Festivali’nde elde ettiği ‘en iyi aktör’ başta olmak üzere birçok ödül kazanan Fassbender’ın zihne kazılan performansı dahil hemen her detayıyla yüzde yüz sinema kokan, yürekli bir iş! Brandon’ın finalde, metrodaki kıza o son bakışı, ne denli çağrıştırdı; “Taksi Şoförü / Taxi Driver”daki Travis Bickle’ın dikiz aynasından şehre son bakışını… İkisi de New York’un insanlarına bakıyorlardı geniş anlamda. ‘Onların’, diğerlerinin yani; asla utanç duymadığı, hiçbir sorumluluk, en ufak bir duygu hissetmeden tükettikleri, yok ettikleri yerde, bir tek o mu utanıyordu kendinden? İnsana yakılan bir ağıt çekmiş son tahlilde ‘yaman’ yönetmen Steve McQuenn.

KEVIN HAKKINDA KONUŞMALIYIZ
Kevin üzerine konuşmaya değer… Önce Lynne Ramsay’den başlamak gerek. Kendisi, festival takipçilerinin yakından tanıdığı bir isim. Ülkemizde vizyon görmeyen ilk iki uzun metrajı, çeşitli festivallerde izleyiciyle buluşmuştu. İskoç asıllı yönetmeni, 1999 tarihli ilk uzun metrajı “Ratcatcher”da keşfetmiştik. Ardından 2002’de “Morvern Caller” çıkageldi. Son derece sarsıcı dramları, karanlık öykülerle anlatmaya çalışıyordu Ramsay. Öyküleri, toplumsal meselelere temas ediyordu. Yaşadığımız dünyanın sosyo-ekonomik tablosu sinmişti hikâyelerine. Psikoloji de önemliydi Ramsay için. Görüntü yönetiminden senaristliğe ve yönetmenliğe uzanan yolculuğunda, anlattığı hikâyenin görsel yapısına da fazlasıyla önem verdi. Biçim, meseleyle örtüşmeliydi. Anlattığı şeyin renk paletini titizlikle yansıttı perdeye. Kamera kullanımı, kısa filmlerinden bu yana; izleyiciyle kurduğu ilişkide ve sinemasının özünde oldukça önemli bir yer işgal etti hep. Başarıyla yarattığı atmosfer ve incelikli anlatım, karakterlerinin ruhuna dokunmamızı sağladı. Cannes’de ‘Altın Palmiye’ için yarıştığı, katıldığı çeşitli festivaller ve ödüllerden şu ana dek 13 heykelcik kazanan yeni filmi “Kevin Hakkında Konuşmalıyız / We Need to Talk About Kevin” yine kapkara bir öykü anlatıyor. Parmaklarınızın ucunda havaya kalkarak yarı belinize kadar eğilip, dipsiz bir kuyunun içine bakmak gibi! Oğlu dünyaya geldikten sonra onunla ilişki kurmakta zorlanan bir anne. Her şeyin anlamını yitirmesi doğumun ardından... Sonsuza dek mutsuzluğa hapsolmak! Doğuştan getirdiği kötücüllüğün yanı sıra; anneyi mutsuz ettiğini fark eden çocuk, bütün hıncını önce ondan, ardından yakın çevresinden ve nihayet toplumdan çıkarır: Anne, acı çekmeli; bütün bir şiddete; onun kendi genlerinden gelen ‘bir yok etmeye’ tanıklık etmelidir! Gus Van Sant’ın 2003 tarihli sarsıcı dramı “Fil / Elephant”a, diğer taraftan bakan, belki ondan daha da sarsıcı bir yapım Ramsay’in filmi. Amerkalı gazeteci-yazar Lionel Shriver’ın aynı adlı romanından uyarlanan dram; henüz ilk sahnesinden itibaren bizi içine çektiği öykünün ve anne-oğul evreninin bütün karmaşıklığını, arızalı-sorunlu yanlarını, hüznünü, olanca duygusallığını ve anne olmanın sözlük anlamını damarımızdan enjekte ediyor adeta… Başrolü üstlenen Tilda Swinton üzerine; bütün beğeni sıfatlarını aşan sözcükler kullanmalı. Ama yok. Henüz söylenmemiş şeyler üretmek gerek. Alışılmadık derecede sahici ve olağandışı denebilir ilk anda. Kevin’ın ilk gençliğini canlandıran Ezra Miller da bir mucizeyi çağrıştıran performansıyla takip edilmeye değer bir aktör olduğunu kanıtlamış. Annelik sorumluluğu üzerine kendine sorular sorup, ‘farkında olmanın acısını’ yaşayan anneyle birlikte izleyicisini, sevgi, sorumluluk ve pişmanlık arasında, büyük bölümü içsel bir yolculuğa çıkaran ve bunu, son derece hünerli bir kurguyla yapan film, allak bullak ediyor yüreği ve zihni! Aniden boğazınıza takılıp kalan ve nefesinizi zorlaştıran şeyle birlikte düşüncelere dalıyorsunuz son jenerikler akarken. Başka türlü etkileniyorsunuz!

SAVAŞ ATI
Steven Spielberg, müthiş bir süratle üretmeyi sürdürüyor. Usta sinemacı, bu kez çocuklar ve gençler için yazılmış bir romandan; epik bir öykü yansıtmış perdeye. Birinci Dünya Savaşı’nın acıları ve yıkımıyla yüklü fonda geçen etkileyici ve son derece duygusal bir dostluk öyküsü… Michael Morpurgo’nun aynı adlı romanından ve Broadway’de sergilenen tiyatro oyunundan perdeye uyarlanan dramda; birçok usta oyuncuya eşlik eden genç İngiliz aktör Jeremy Irvine’ı, ilk sinema deneyiminde izliyoruz. Emily Watson, Peter Mullan, David Thewlis, Eddie Marsan; geniş kadronun ünlü Britanyalı isimlerinden bazıları. Savaşın acılarını tanıklık eden bir at; Joey; ve onun can yoldaşı genç Albert… Joey, orduya satılıp; ‘savaş atı’ olarak kullanılmaya başlayınca, bambaşka insanlar, bambaşka topraklar, bambaşka olaylarla tanışır. Kendi gibi ‘ordu malı’ olmuş atlarla dostluk kurar fakat başından gelip geçen her şeye rağmen; doğduğu andan itibaren yanında olduğu ilk sahibi ve dostu Albert’i unutmamıştır… Savaşın insan ruhu üzerindeki tahribatını son derece başarıyla yansıtan film, bütün bir dönemin tanıklığını bir at üzerinden yapıyor. Joey’in ve onun hayatına dokunan canlıların öyküsünü çekmiş dahi yönetmen Spielberg. Son derece insancıl bir tonu var filmin. Sonuna dek savaş karşıtı, sonuna dek sevgi ve dostluğu yücelten bir öykü karşımızdaki. En iyi film dahil altı dalda Oscar adayı olan dramın görüntü yönetmeni Janusz Kaminski ve özgün müziğini imzalayan John Williams için bir paragraf açmak kaçınılmaz. İki büyük usta, isimlerine yakışır bir işe imza atmışlar. Kaminski’nin büyülü kamerası, Williams’ın yüreği okşayan notlarıyla birleşip, Spielberg’in titiz anlatısını müthiş bir atmosferle bezemiş. Buğday tarlasındaki süvari birliği hücumu ve Joey’in tellere takılıp; kurtarıldığı sahneler çok iyi. Özellikle gençlerin izlemesi gereken iyi bir film “Savaş Atı / War Horse”. Mütevazı ama son derece temiz ve incelikli bir yapım.

GÜZEL GÜNLER GÖRECEĞİZ
Öykü, bir günde geçiyor. Beş ana karakter ve onların hayatlarına değen yan karakterler. Onların iç içe geçmiş hikâyeleri ve güzel günler görme umuduyla çarpan yürekler… Genç insanların emeği var filmde. Hasan Tulga Pulat’ın ilk uzun metraj filminin senaryosu, Emre Kavuk imzalı. Usta oyuncu Uğur Polat’a, filmdeki performansıyla Altın Portakal’da ‘en iyi yardımcı kadın oyuncu’ ödülünü kazanan Nesrin Cavadzade, Feride Çetin, Buğra Gülsoy ve Barış Atay eşlik ediyorlar. “Güzel Günler Göreceğiz”i, ‘en iyi film’ olarak seçti 48. Altın Portakal jürisi. Üstüne üstlük, en iyi senaryo ve en iyi kurgu ödüllerini de verdi. Filmin senaryosu ve kurgusu oldukça vasat kanımca. Diyaloglar özensiz. Aklıma takılan bir sahne: Filmin ana karakterlerinden komiser İzzet, sevdiği genç kadına, Figen’e şöyle der: ‘kırsal bir yere kaçalım’… Genç yönetmenin filminde; klip, televizyon dizisi-filmi mantığı ve biçimi var. Büyüsü eksik perdeye yansıyan işin; sineması yani. Fakat çekmeye, üretmeye devam etmeli bu ekip. Sihir eksik dedik ama umut var! Çünkü sinema yapma, üretme isteği, en önemlisi ekibin iyi niyeti hissediliyor.

KARANLIKLAR ÜLKESİ: UYANIŞ
Birçok hayranı olan serinin dördüncü filmini, iki İsveçli birlikte yönetmişler. Måns Mårlind ve Björn Stein. Uzun süredir ‘ikili’ olarak çalışan kuzeylilerin filmi, 3D olarak vizyona giriyor. Len Wiseman’ın yarattığı; ilki 2003’te perdeye yansıyan ve serinin doğum belgesi niteliğinde olup; fantastik korku-gerilime, son hız aksiyon ekleyen yapımı, 2006 ve 2009’da iki film daha izledi. Bu kez; iki ezeli düşman ırk, vampirler ve Lycan’ların egemenliğine son vermiş insanoğlunun güçlü olduğu bir dönemdeyiz. Her iki türünde soylarının tükenme noktasına gelindiğinde; Kate Beckinsale’in canlandırdığı kahramanımız Selene; bu kez ‘ideal bir melez prototip olan kızını’ egemen sınıftan korumak için, müthiş bir mücadeleye giriyor. Sonrası, bildik ‘underworld’ durumları. Sırtını tamamen özel efektlere dayayan bir iş olmuş dördüncü film. Çözünürlüğü HD’nin yaklaşık beş, altı misli olan yeni nesil RED Epic kameralarla çekilmiş yapım, teknolojiyi göz ardı edersek; öykü olarak sürükleyici değil. Türün ve serinin hayranları içinse merakla beklenen bir yapım olduğu kuşkusuz!
MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar