Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

01 TEMMUZ 2011

30 Haziran 2011 Perşembe 23:17
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Bu hafta vizyona ‘merhaba’ diyen bütün filmler, notlarımız arasında. Berlin galibi şahane İran filmi “Bir Ayrılık” ve Guillermo del Toro’nun yapımcı olarak ‘dokunduğu’ İspanyol yapımı korku gerilim “Julia’nın Gözleri” haftanın öne çıkan isimleri. Evvelki yıl Cannes’den ‘Jüri Büyük Ödülü’ ile dönen “Tanrılar ve İnsanlar” tartışmaya açık ama ‘son derece özel’ bir film. Fransızlar, romantik komedide sınıfta kalır tezini doğrulayan “Aşka Şans Ver” ile Hollanda usulü korku denemesi “Dehşetin Gözleri” beş filmlik haftanın diğer seçenekleri… Film çıkışı, sokaklara yeniden adım atan, daha fazla gelişmiş başka bir canlıya, ‘sinemadan çıkmış insan’a dönüşmeye gayret edin diyerekten iyi seyirleri ekleyelim.

BİR AYRILIK
Başka bir şey bu film. Her dinleyişte yüreği kanatan o türkü gibi; ‘bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm’… Asghar Farhadi’nin Berlin’de Altın Ayı’yı kazanan filmi, onca yoksunluk, imkânsızlık, yoksulluk, çıkışsızlık arasından seslenirken, Behrengi’nin satırlarını getiriyor akla. Onlar gibi güçlü. İran yapımı, sınıf, adalet, inanç, vicdan, sevgi temalarını, belgeseli andıran çırılçıplak bir gerçeklik ve doğallıkta yansıtıyor perdeye. Nadir, Simin ve tek kızları Termeh… Dünyanın hemen her köşesinde yaşanabilecek bir ayrılığın İran’daki tablosu, yaşanan toplumsal gerçekliğin de resmi olmuş. İnanç, adalet arayışı, doğru olanı yapmak adına verilen savaş, ahlak, sınıfsal durumlar, yalan, gerçek, fedakârlık ve son tahlilde insanlık… Verilmesi neredeyse imkânsız bir kararı, izleyicinin iç sesine bırakan enfes final. Zaten ta başından belli olan sonuçların, bir kaderin ötesinde, mecbur kılınmış bir seçimden kaynaklanması. Her şeyin ötesinde, doğru olanı yapabilmek. Gidebilme seçeneğine karşılık kalmanın ahlaki zorunluluğu. İnsanı hiçe sayan yerde insan kalma mecburiyeti. Rahat anlatım, her şeye ‘içerden’ tanıklık eden kamera, gerçeğe bürünmüş unutulmaz oyunculuklar ve sarıp sarmalayan o insani atmosfer. (4 / 5)

AŞKA ŞANS VER
Fransız yapımı romantik komedi, türün uzmanı Hollywood muadillerini mumla aratıyor. Çocukluğunda gönül ilişkileri bakımından lanetlendiğine inanan ilişki danışmanı bir adam ile aşık olduğu genç ve güzel tasarımcı kadının öyküsü. Aşık olduğu her kadına uğursuzluk getirdiğine inan adamın öyküsü, bildik formül sinemasının ‘numaralarının’ da gerisinde kalıyor. Oyuncular, mizansenler, durumlar, hemen her şey sevimsiz… Vakti olanlara ve iflah olmaz romantizm tutkunlarına. (1 / 5)

DEHŞETİN GÖZLERİ
Hollanda yapımı, senarist-yönetmeni Elbert van Strien’ın ilk uzun metrajı. Ülkesinde kısa metrajları ve TV filmleriyle tanınan Strien’ın klasik korku sinemasına yakın duran filmi, oldukça temiz bir işçilik içeriyor. Ülke sinemasının temel unsurlarından ‘kuzey ışığı’ gayet iyi kullanılmış. Öykü ve biçim itibariyle, türe yeni bir şey katmayıp, tanıdık klişelerle ilerlese de, sürpriz ters köşesini içinde barındıran yapımın hakları, Hollywood’a satılmış bile. Vasat çizgisinin epey altına düşmekten son düzlükte, klasik hayaletli ev jargonuna bambaşka oluşlar ekleyerek kurtulan korku örneği, bu cesur ve zeki hamlesine rağmen, son tahlilde ‘akılda yer edici olabilmeyi’ başaramıyor. (2 / 5)

TANRILAR VE İNSANLAR
Cannes’de ‘Jüri Büyük Ödülü’nün sahibi olmuş Xavier Beauvois imzalı Fransız yapımı, kuşku yok tartışmaya, üzerinde uzun uzadıya konuşmaya açık bir film. 1990’larda, Cezayir’de yaşanan olayları fon alan öykünün merkezinde, dağların tepesindeki bir manastırda yaşayan sekiz keşiş var. Yanı başlarındaki köyde bulunan Müslüman halkla iyi ilişkiler içinde yaşayan keşişler, kökten dincilerin artan şiddetiyle birlikte huzursuz olurlar. Ya manastırda kalıp, halka yardımı sürdürecekler ya da manastırı terk edeceklerdir. Bu ikilem içinde keşişler, inançlarını ve varlık nedenlerini gözden geçirirler… Film, kolaylıkla farklı şekillerde algılanabilir. Bir okumayla, ellerindeki tek şey inançları olan, kendilerini tamamen Hristiyanlığa adamış sekiz din adamının, bütün yaşamsal özgürlükleri, en önemlisi kendi yaşamlarını tehdit eden büyük bir tehlike karşısında Tanrı ve insan sevgisi adına verdikleri mücadeledir tanık olduğumuz. İnandıkları yolda dik durmak adına, en iyi bildikleri şeyi yaparlar. Birbirlerine ve inançlarına sığınıp dua ederler. Küçük bir manastırın bütün bir dünya anlamına geldiği dağ tepesindeki izole yerde, gündelik hayatlarını sürdürürler. Bahçeyle, ekip biçtikleri ürünleriyle uğraşırlar. Hastaları tedavi ederler, günlük temel ihtiyaçlarını (yeme, içme, ısınma, barınma) gidermek için uğraş verirler. Kendilerini tehdit eden tehlikeye karşı uzun uzun görüşlerini paylaşırlar. Ya kalacaklardır, ya gidecekler. İçlerindeki sevgi, inanç, güven ve gücün değişimini, dönüşümünü, sonuçta ortak bir paydada buluştuklarını izleriz. Tek silahları olan inanca sığınıp, insan ve tanrı sevgisiyle yoğrulmuş öğretilerine devam kararı alırlar. Çünkü gitmek, ölmektir onlar için. Gayet mütevazi, tamamen basit, sade, her türlü ihtişamdan uzak yemek masalarında, küçük odalarında, yataklarında sadece inandıkları şeye olan bağlılıklarından konuşurlar. Çaykovski’nin insan ruhunun en derininden yükselen notaları eşliğinde, bir ömrü paylaştıkları yemek masalarında birlikte yedikleri son akşam yemeği sırasında ihtiyaçları olan tek şeyin, zaten hep onlarla birlikte olduğunu ayrımsarlar: Huzurun. Birbirlerinin, Tanrının, inançlarının ve eylemlerinin onları mutlu ettiği ve yaşamlarının amacını belirlediği mutlak bir kesinliktir. Diğer bir okumayla –ki asla yargılanamaz bir okuma olur bu- film, yüksek doz bir Hristiyanlık propagandası yapmaktadır. Neredeyse birkaç planda bir karşımıza çıkan ayin sahneleri, başka bir dine olan, üstten bakan ve sıklıkla dile getirildiği için anlamını yitirdiği düşünülen hoşgörü, izlediğimiz filmin çekilmiş değil, sanki çektirilmiş bir sipariş olduğunu da düşündürebilir. Filmi analiz etmek, biraz perdenin içine, dağdaki manastırın odalarına, bahçesine, keşişlerin yemek sofrasına sızabilmekle ilgili sanırım. Onların kim olduğuyla, neden ne niçin orada bulunduklarıyla ilgili. Dünya nimetlerinin hemen hepsini reddedip, sadece inancınızla hareket ederek, yaşamınızı bambaşka bir coğrafyanın bir dağ köyündeki manastıra yerleştirebiliyor ve sınırları belli olan bu yaşamın ritüellerini yerine getirebiliyorsanız, bunu yaparken de kendinize sorduğunuz sorulara verdiğiniz yanıtlar sizi tatmin ediyorsa, en önemlisi, sizin gibi olan dostlarınızla birlikte mütevazi bir sofranın başında huzurla yemek yiyebiliyorsanız bir mesele yok o vakit. Yani, bir bakıma, izlenen bir belgesel her şeyin ötesinde. Kurgulanmış bir öyküden çok daha gerçek bir yorum olarak, öyküleştirilmiş bir belgesel perdede duran. Michael Lonsdale’den, Lambert Wilson’a, Philippe Laudenbach’tan, Olivier Rabourdin’e ve nihayet ‘Amédée’ karakterinde döktüren Jacques Herlin’e dek müthiş usta oyuncu kadrosu, film üzerine dile getirilebilecek olumlu, olumsuz, her şeyi öteleyecek kadar iyi. (2,5 / 5)

JULIA’NIN GÖZLERİ
Guillermo del Toro ustanın yapımcılığı ve ‘himayesinde’ çekilen İspanyol yapımı korku-gerilim “Los ojos de Julia / Julia’nın Gözleri”ne başarılı bir atmosfer egemen. Bazı anlar gerçekten ürkütücü olmayı başaran filmin yönetmeni, 2004 tarihli ilk uzun metrajı “El Habitento incierto / The Uninvited Guest” ile dikkatleri üzerine çeken genç İspanyol Guillem Morales. Kendini asarak intihar eden ikiz kız kardeşinin ölümünü araştıran Julia, kardeşinde de olan ve körlüğe yol açan göz hastalığıyla mücadele etmektedir. Kardeşini öldürdüğünü düşündüğü katilin, kendisinin de peşinde olduğunu fark eder. Görüntü yönetmeni Oscar Faura’nın usta kamerasıyla, başrolü üstlenen Belén Rueda’nın –kendisini özellikle “El Orfonato / Yetimhane” ile tanıyoruz- müthiş performansı filmi baştan sona ilgiyle izletiyor. Filmin genel havasına sinmiş Hitchcock referanslarıyla, ustaya saygılarını sunan yönetmen, öyküsünü tutarlı biçimde anlatmayı başarmış. Buna rağmen, elini belli eden anları, bazı zorlama buluşları ve hikâyede yer alan boşluklarıyla büyük bir fırsat kaçmış. ‘Müthiş’ olabilecek film, uzayan süresi ve gereksiz nüanslarıyla sadece ‘iyi’ olarak nitelenebilir. Usta İspanyol aktör Lluís Homar’ın elli yaşına yaklaşmasına rağmen güzelliği ve çekiciliğinden çok şey yitirmemiş Belén Rueda’ya eşlik ettiğini de not düşelim. Hithcock ustanın 1954 tarihli başyapıtı “Rear Window / Arka Pencere”ye selam çakan finali, 1967 yapımı Terence Young filmi “Wait Until Dark” ve 1979 tarihli korku gerilim “When a Stranger Calls”a ciddi referanslar yapan öyküsüyle ‘tedirgin edici’ olmayı başaran İspanyol işi, türün müdavimlerini memnun edecek bir yaz sürprizi. (3 / 5) MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar