HİLAL ÇETİNDER

UMUDUN PEK UĞRAMADIĞI ÖYKÜ

20 Haziran 2020 Cumartesi 22:31
HİLAL ÇETİNDER

Film çekmeyi bırakacağını açıklamıştı; artık Seksen’indeydi. Üzüldük, ama hak verdik. Post-kapitalizm döneminde, Avrupa’nın savaş sonrası o meşhur sosyal politikalarının nasıl iflas ettiğini Büyük Britanya özelinde son derece sade, tavizsiz bir dille anlatmaktan yorulmamış Ken Loach artık tamam demişti.

Sonra ne oldu, nasıl oldu; yine bir kurguyla döndü usta sinemacı ve Cannes Film Festivali’nde büyük ödülü aldı. Sistemi, daha doğru deyişle ‘kabul gören’i didikleyen, tartışmaktan çekinmeyen, slogandan öteye gidemeyen özgürlük ve adalet gibi kavramları üç boyutlu kılan Loach, favori senaristi Paul Laverty ile bir kez daha kafa kafaya verip sıkı bir film çekmişti.

Bıkmadan ve yine öfkeye kapılmadan, sertleşmeden, dayanışma ruhunu, haksızlığı anlatmıştı. Filmin adını da ‘I, Daniel Blake / Ben, Daniel Blake’ koymuştu. Bir kez daha kahramanın ismini yazmıştı afişe; Carla’s Song, My Names Joe, Jimmy’s Hall, Looking For Eric gibi. Aklı fikri hep bireyi, kişiliği yok etmekte olan sisteme inat... 

Kariyerindeki ikinci Altın Palmiye’sini alırken de şunları söylemişti sahnede: ‘Başka bir dünya mümkün; her şeyden önce gerekli de”.

Neden gerekli olduğunu eksiksiz gerekçeleyen hikayenin özeti niteliğinde, trajikomik bir sahneyle açılıyor film; perde simsiyah ve 'profesyonel' sağlık çalışanı olduğunu söyleyen biriyle konuşmaya çalışıyor Daniel Blake. Karşıdaki sesin robottan farkı yok. Genel fiziksel becerileri hakkındaki soruları mecburen yanıtlamaya çalışırken, monolog halinde geçen konuşmayı derdini anlatamadan bitirmek zorunda kalıyor.

Daniel Blake, orta yaşlı bir marangoz. Kalp krizinin ardından doktoru çalışmasına izin vermeyince hayatında ilk kez devletin yardımına ihtiyaç duyuyor ve hak ettiği sosyal yardımı isteme süreci başlıyor.

Önce saatlerce telefonda bekliyor. Sonra internet bürokrasisi çıkıyor karşısına. İşinin ehli, ama eski adam sonuçta. Bilgisayar kullanmayı bilmiyor ve bu nedenle derdini devlete bir türlü aktaramıyor. Çalışamayacak olsa da iş aramak, ama öncesinde özgeçmiş yazmak, daha da öncesinde (özgeçmiş yazma) kursuna katılmak zorunda. Çok başlı canavarla boğuştuğu bu günlerin birinde, aynı canavarın Londra sınırları içinde yaşayamayacağına karar verip Newcastle’a sürdüğü Katie ve iki çocuğuyla tanışıyor. Kendisi gibi çarpık bürokrasiyle mücadele etmek zorunda kalan ve çocuklarına tek başına bakmaya çalışan bekar anne Katie’nin durumu daha kötü...

Ne eksik, ne fazla; hakları neyse onu talep eden iki insanın mücadelesini anlatan Ben, Daniel Blake, o yılın en iyi filmlerinden biri. Altını çizdiği iki nokta önemli:

İlki, büyük bir sosyal haksızlığa karşı, sıradan insanların verdiği proleter mücadele, dayanışma. Diğeriyse her geçen gün ticari şirket mantığıyla yönetilen İngiliz devletinin bürokrasiyi sivriltip birey karşıtı politikaları desteklediği, devlet dairesinde zaman yitirmesi olağan karşılanan hak sahibinin sistematik olarak yıldırıldığı vahşi sistem. Kim bilir kaç emekçiyi bezdirip evsiz bırakarak sokağa düşüren işleyişi, hala hissedebilen ve insan kalabilen tek sosyal güvenlik çalışanının ağzından öğrendiğimiz vahşi sistem...

Devletin vatandaşlarını açlıkla sınadığı ve umudun pek uğramadığı bir öykü bu. Ama sadece acıyı dillendirmiyor elbette; çünkü yaşam da bu denli kara değil. Hayat gailesi içinde olabildiği kadar tebessüme de yer var... Bu tebessümde en büyük pay, sözünü esirgemeyen Daniel Blake ile harikalar yaratan Dave Johns’un şüphesiz.

Karakterinin zayıf kalbinden yola çıkarak sistemi acımasızca eleştiren ‘Ben, Daniel Blake’, izleyicinin kalbine dokunan bir Ken Loach filmi özelliği taşıyor.

‘’Filme ilham verenler dünyanın en zengin beş ülkesinden biri olan İngiltere’de yiyecek bulamayanlar’’ açıklamasını birebir yansıtan yiyecek yardımı merkezinde yaşananlar ise boğazımızda düğümlenip kalıyor...

HİLAL ÇETİNDER

GALERİ


Diğer Yazılar